Hep çocuk kalan Peter Pan’ın, Kaptan Kanca’ya karşı verdiği savaşı hatırlıyor musunuz? Peter Pan, mutlu olanların onunla beraber uçabileceğini söyler; “Hayat uçsuz bucaksız bir maceradır!“ Kaptan Kanca ise aksi, hırslarına yenik düşmüş ve başarısız olmuş bir karakter olarak karşımıza çıkar. Yaşımız küçükken Peter Pan’ın tarafında olur, yıllar geçtikçe belki Kanca’ya da hak verir hale geliriz. Hırpalanmış, yorgun ve hatta yalnız olduğumuz karanlık tarafta durur, ışığın içeri çatlaklardan sızdığı anılarla yetiniriz. Bunu yaparken yaşımız yirmi de olabilir, elli de, seksen de. Diğer taraftan, belki de kendi ışığımızı bulacağımız anlar yaratır, üzerine yeni sevinçler ekleriz. Her an bir fırsata dönüşürken olur da karanlık çıkagelirse, onu da kucaklarız! İşte bu heyecan, insana ayakta kalmak ve adım atmak için gerekli motivasyonun, ta kendisidir! Bir özeleştiri yapmak gerekirse, dönüp günümüz gençlerine, yani bizlere baktığımızda ise bu motivasyonun hasar almaya çok açık olduğunu görüyoruz. Heyecanını dinç tutabilmek için bugününden feda edip geleceğine yatırım yapan bizler, nasıl oluyor da kendimizi erkenden büyük bir umutsuzluğun tam ortasında buluyoruz? Nedir bu yaşı genç, ruhu yaşlanmış topluluğu paniğe sürükleyen?
Her filiz kendi toprağında yeşermek için savaş verir. Kendi rüzgarına direnir, güneşine uzanır, köklerini salar da bir olur dünyayla. İhtiyaçları göz ardı edilirse sessizce solar gider, işte gençlik de böyledir. Herkes kendi şartlarını yaşar. O şartlara daha iyi uyum sağlamak, bazen onlara direnmek için,‘farkında ol’ derler; çevrenin, kendinin, düzenin ve belki düzensizliğin…
Oysa farkındalık o kadar güçlü ve ağır bir kelimedir ki hayat akarken birkaç dakika sonra öğreneceğiniz bir detayın tüm yolunuzu değiştirebileceğini unutursunuz. Asıl, geleceğini adım adım inşa ederken o günün farkında kalabilmeli çünkü bu iki durum arasında bir çizgi var ki, bir ucu ‘iyi ki’ye, bir ucu ‘keşke’ye çıkar. Zamanının, hayatının, ruhuna iyi ve kötü gelenlerin farkında kalabilenler, Peter Pan’ın dediği gibi, ‘mutlulukla kafeslerinden uçabilirler’. Seçimlerinin sonuçlarını öngöremeyecek kadar tecrübesiz olanlarsa, hatalarından dönebilecekleri ilk fırsatı arar dururlar. Zaten farkında olmak tek başına yetseydi, kimse bu denli bir savaş vermezdi. Ne çalışmak bu kadar zor gelirdi ne de kendimizi yetersiz hissederdik. Sanıyorum ki yetersizlik hissinden bir kaçış olarak, biz gençler arasında bir Benjamin Button etkisi bekleniyor; yani yaş alırken gençleşme, dinçleşme isteği duyuyor, bugüne olan umutlarımızı gitgide yitiriyoruz. Bir kuyunun dibine atılıvermiş gibi, oradan tek başımıza çıkacak gücü bulamadığımızda çeşitli sözlerle itham ediliyoruz: tembel, görgüsüz, saygısız, umursamaz, asi… Tanıdık geldi mi?
Biraz coğrafyadan, biraz da dijitalleşmeden kaynaklanıyor olsa gerek, daha lisedeyken hem ekonomiste hem siyasetbilimciye hem de toplumbilimciye dönüşüyoruz. Aramızda fısıldaştığımız konular da yine çoğu zaman, içinde bulunduğumuz çevrenin talihsiz bir yansıması olmaktan öteye geçemiyor. Biz ki zaten dünya turuna çıkan yaşıtlarımızı izledik, istediğimiz romanlar için para hesabı yaptık veya bir birey olarak kendimizi gerçekleştirmekten uzakta kaldık. Kimimiz farklı kategoriler altında dışlandı; mülteci oldu sokaklarda dolandı, ergenliğinin ortasında bebeğini kucağına aldı, futbol oynamak yerine annesinin makyaj malzemelerini denediği için dayak yedi, mendil sattı, tekerli sandalyesinden sokağı izledi, bir kromozomu fazla diye farklı kabul edildi… Bir tarafta patlamaya hazırlanan bir volkan kadar güçlü ve görkemli, bir tarafta baharı göremeden solup gitmiş bir çiçek kadar narin gençlik… İkisi de aynı ruhta, Peter ve Kanca gibi kazananı olmayan bir çekişme halinde yıllar geçiriyorlar. Belki de yaralı yetişkinler olarak toplumda yer edinmeye çalışırken, tatmin olmamış isteklerinin ve gerçekleşmemiş hayallerinin ağırlığıyla kendilerine eski fotoğraflardan bakan bir yabancıya dönüşecekler. Yıllarca süslemek için “kader” veyahut “hayat” dedikleri sonun bu olduğuna inanıyor muyum? Tabii ki hayır!
Yaş alırken de genç kalabilmek bir marifet olsa da, Nâzım’ın dediği gibi, biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına. Tüm engebeleriyle bize ait olan bu yolu sahipleneceğiz önce, sonunu merak etsek bile manzaranın tadını çıkarmayı bileceğiz. Başımızda fırtına bulutları varken etrafımızda dans eden rüzgarı, betonun arasından çıkıp yaşama tutunan çimeni, en çok da sevmeyi seveceğiz. İşte hayat, ancak o zaman değişecek.