Kızgınlıkla arkasından baktı. Öyle kırılmıştı ki içi, bin parçaya bölünmüştü yine. Artık parçalar öyle kolayca toplanmıyor, yapışsalar tutmuyor, bir araya gelseler de küs küs bakıyorlardı birbirlerine.
“Deli Zaptiye’nin torunu, n’olcak!” dedi fısıltıyla. Duysa geri dönecek, zehirli bir şeyler diyecek, yine tuzla buz olacaktı yüreği.
Arkasından baktı. Omuzlarından aşağıya bir kavis oluşmuştu, tıpkı dedesininki gibi.
“Öldü,” demişti Nuray telefonda.
İçindeki martılar kanatlanmış, sonsuzluğa uçuyorlardı. Yuvalandıkları yer boşalıyor, aydınlanıyor, ferahlıyor, havalanıyor; serin, tertemiz kokuyordu âdeta.
Nefes olup dudaklarının arasından üflendi havaya.
Usul usul hazırlandı, giyindi, çantasını astı omzuna, dışarı çıktı. Merdivenlerde kocasıyla karşılaştı. O daha bir telaşlıydı sanki. Acele ediyor ama neden ediyordu, bilmiyordu. Dedesi ölmüştü, etmesi gerekiyordu. Onu almaya gelmişti.
O, dedesinin biriciğiydi ne de olsa. “Bir günde dört ayakkabı aldırdı bana,” diye anlatırdı keyiflendiği zamanlarda dede. “Ayıcık” diye severdi torununu. İlk resmî tanışma için evlerine geldiklerinde dede de aralarındaydı.
“Ben ona ayıcık derim,” dediğinde delişmen dede, kondurmak istememişti evleneceği arkadaşının ağırlığına. İçi bir tuhaf olmuştu, hatırlıyordu.
Ona yok yoktu. “Dede, acıtıyor ayağımı!” diyor, kucağından inmeye direniyordu dedesinin. Koca zaptiye de hadiii, gerisin geri, daha kapısından yeni çıktıkları Aynalı Çarşı’ya yeniden dönüyor, başka bir ayakkabıcıda başka çift ayakkabıyı seçtiriyor, giydirip biricik torununun ayaklarına, çıkıyorlardı.
Yolu yarıladıklarında torun yine kucaktan inmeye direniyor, ağlamaklı, buruk suratıyla “Dede, acıtıyor!” diyor, yeniden yeni bir çift ayakkabı daha alıyordu dedesi.
Bu torunu başkaydı…
Her şey bir yana, o bir yanaydı şimdi…
Damadı sevmez, her fırsatta ona, “Babasından şeker hastalığından başka hiçbir şey kalmadı. Şimdi neyi varsa ben verdim,” derdi.
Hayatta var olan tek evladını, kızını, Nuray’ını ona vermişti.
Kızı da ona iki erkek torun vermişti. Evler, muayenehane… Araba kullanmasını kendisi öğretmişti damadına. Mavi Opel Station, evin arkasından önüne gelmişti.
Babasından şeker hastalığını miras almış Macit de ona içten içe içerler, kızar, köpürür ama sorunları ve kendisini asla heyecanlandıramayan silik soluk Nuray’ın üstüne kapıyı çeker çıkar, kendisini işliğine adardı.
Evinden ziyade oradaki insanları komşu bellemişti kayınbabasına inat; sessiz direnen, silik soluk Nuray’a da bir o kadar.
Bahadır’la Ömür’ü sevmekle kalmaz, onların çocuklarını da severdi damat, hem de çok severdi. Silik soluk Nuray da sevmek zorunda kalma acısıyla kıvranarak severmiş gibi yapardı da, bu ikirciği kendi içiyle bile paylaşamaz, dertleşemezdi.
Macit, kayınbabasının öcünü bu sevgileriyle alıyor, içini soğutuyordu.
Macit “Macit” olarak, işlerinden başını kaldırıp soluklanır, bahçesindeki tavukları, kedileri besler, zehirlenen tavukların ve horozların, kaşla göz arasında kursaklarını dişçi aletleriyle ameliyat edip zehirden arındırır, diker, ilaçlar, hayata döndürür, bahçeye salardı. N’olduğuna şaşkın tavuklar ve horozlar, kesilip biçilip zehirlerinden arınınca cevval dişçinin ameliyat masasından kaçıp tozu toprağa katarak, çığlık çığlığa yeni yaşamlarına tozuyarak kanatlanırlardı.
Macit’in sahici yeri, işlerinden geri kalan zamanda kavanozlarla turşu bile kurduğu muayenehanesinin olduğu mahallesiydi.
Kayınpederiyle mangalda birleşir gibi olurdu keyifleri. İkisi de Orta Anadolu’nun ortak damak şehvetini taşırlar, bunu gizleyip inkâr etmek akıllarından geçmediği gibi, tersine böbürlenirlerdi. Torunlar da severlerdi ya mangalı, öfkeyi cüssesinin görkemine dayanak yaparak yaşama asılan dede, orada sülaleyi aşirete devşirirmiş gibi, Deli Zaptiye günlerine şaşaayla geri dönerdi.
Kömür ateşinde cızırdayan etten köze damlayan yağ, birbirlerine biriktirdikleri kızgınlığı kendiliğinden eritir, soldurur, uyuşturur, kovuklarına yatırırdı.
Karşılıklı çektikleri beyaz bayrakları, ağaçların gölgesindeki yeme içme rehavetiyle gönderlerinde dalgalanırdı.
Damat da, Deli Zaptiye de içmeyi sevmezlerdi.
“Bir zilli bulamadınız,” derdi, kendi marifetiyle yaptığı çok katlı evinin duvarlarına bakarak, onlardan medet umarak oradakilere yönelttiği sitemiyle.
Bin türlü huysuzluğu ile bunalttığı karısı, genç yaşında bu dünyadan çekip gitmişti. Şimdi, ayıcık torunu tam evlenmeye girişmişken kendisi de, fena halde yeniden evlenmeye kalkışmıştı. Kalkışmasına kalkışmıştı ama kızının ve tanıdıkların çabaları her defasında boşa çıkıyor, kimse o kadar mala mülke karşın Deli Zaptiye’ye varmaya bir türlü gönüllü olmuyordu. “He he” deyip son dakika caymıştı birçoğu.
O da inadına, helal süt emmiş, hanım hanımcık, elinde marifet, dilinde letafet gibi, beklentileri çoktan geride bırakmayı seçmiş, düpedüz oynak, fingirdek bir zilli istiyordu işte.
“Ah, ben ister miyim anneciğimin üzerine?” deyip deyip günah çıkarıyordu ama her zaman içiyle konuşan Nuray da Allah için çok istiyordu. İşte o zaman Macit, kendisinin üstüne kapıyı çekip çıkmayacak, el alemin çoluğunu çocuğunu kendisininkilerden çok sevmeyecekti.
Macit, kartopu oynarlarken bile topları, Ömür’e, Seda’ya atmak yerine Nuray’a atacaktı, avucunda sıkıp sıkıp.
“Bu ev kızı değil, olmaz da bu gidişle, Nuray!” diye hiddetlenmişti. Büyük torunun yeni doğum yapmış genç karısının, kahvaltı masasına çay fincanlarını dizişini izlerken verip veriştirmişti. Hırsını soğutmayıp masaya yanaşarak fincanları elinin tersiyle itmiş, halasının evlilik hediyesi, yeşil dallı, kaba porselenden fincanlar şangur şungur devrilmişlerdi çay lekeli masa örtüsünün üzerine.
“Baksana, bebe yerde emekliyor, bu da kahvaltı masası hazırlıyor,” demişti. Nuray ezilip büzülmüştü. Daha bir üstüne alınmıştı, gelin seçmede hiçbir katkısı olamadığı için şimdi de.
Doğum yaptığı hastaneden çıkıp eve geldiklerinde bebesini emzirirken gelmişti dede. He heyt, Deli Zaptiye adımlarıyla hemencecik yanına dalıp Nuray’ının kırmızı saten kurdeleye iliştirdiği Reşat altınını bebeğin kundağına takmıştı. Gözleriyle de, çengellinin iğnesini geline batırmayı asla ihmal etmemişti. “Sen kiiiim, böyle güzel erkek bebek doğurmak da kim! Bu altın, torunumun oğluna, sana değil haaaa!!!”
Bu Reşat altınlarından daha çok vardı ve Deli Zaptiye bu altınların üzerinde oturuyordu.
Acımış mıydı canı taze kızın, kim bilir?
Annesinin özene bezene çeyizine koyduğu, kenarları portakal desenleriyle süslü, has keten masa örtüsünü her zamankinden daha olağan hâlle çekmeceden çıkarıp yayınca kaynanası, “Eh, lekeler ayıp olmaz demek ki,” demişti içinden saf gelin. Ama fincanlara özenmişti ya, çeyizinden olup da örtüsü de lekesizinden olsun istemez miydi? İsterdi tabii.
Silik soluk Nuray’ın da içinin silik isyanı, fırsatı yakalayıp lekeleri pek uygun ayarda bulmuştu babasının “Ev kızı değil bu!” saptamasına…
Çok uyuyordu bu gelin.
Dede, yeni evli torununun evinde kalmıştı o gece. Kâbuslardan kâbustu, azaplardan azaptı “sokak kızı” sayılan gelin için. Yorgunluktan sızıp kendini, kendinden alan uykusu vardı iyi ki. O da direnmedi, içine yuvarlandı gitti.
Bir tekme sesiyle sıçradı sığındığı sıcacık yatağından. Kalkamadı ama. Önce kocası kalksın diye bekledi. Aralamakta güçlük çektiği gözlerine aydınlık girdiğine göre, gün ışımış, sabah olmuştu demek ki.
Tekmenin gücüyle sarsılıp titreyerek “Gümmm!” diye açılan yatak odalarının eşiğinde Deli Zaptiye, başında namaz takkesiyle durakalmış, gözleriyle ateşler saçıyordu. Gelin de yorganı başına çekmiş, yatağının sıcağına sığınmıştı, ohhh! Geç kalkanın üzerine şeytan işer!
Zamanlar öncesinin, yeni dönem başbakanının Başkent’teki ünlü evini yapan inşaat ustası, kalfası, müteahhidi Deli Zaptiye…
O zamanların ününe ün katan, üstüne atladığı gibi şahlandırdığı doru atını da, varsın hayal etsindi zamane gelini artık.
Dört kat merdiveni, içindeki kuşların kanatlarında inmişti. Tam bahçe kapısından çıkarken saçlarını örtmek için eşarp almadığı aklına geldi. Gerisin geri yukarı çıkıp evinin kapısını açmak, içeri girmek hiç istemiyordu.
Sanki her şey geriye sarılır, Deli Zaptiye dede ölmekten vazgeçip canlanır, silik soluk Nuray çay lekeli masa örtülerini ibret olsun diye sermeye devam eder, Macit Sedalara bembeyaz kartoplarını bir daha, bir daha atmaya can atar, kendisi evinin barkının değil daha da sokaklarının gelini olur gibi geldi, erindi.
Apartmanın kapıcısı Bahçeli’nin fitneci karısı Safiye’ye, dedenin rahmeti olarak bir hoşluk yapacak, onu payelendirecekti.
Kapılarını çaldı. Safiye açtı. “Dede öldü de,” dedi. “Yukarıya çıkmayayım. Epey geç kaldık. Bir örtü verir misin?”
Hava yaz kokuyordu. Baharın esrikliği bitmiş, yazın gamsız, kasavetsiz pervasızlığı kanını bir başka hızla döndürüyordu damarlarında şimdi.
Öz su çoktan yürümüş gitmişti koca kainatın damarlarında. Özgürlük, çılgınlık, sereserpe olmanın mevsimiydi işte.