Bir varlık, gücünün yettiği her şeyden üstün müdür sahiden? Alt-üst ilişkisi var mıdır canlılar arasında yoksa insan, evrene karşı kendi “kast sistemini” yaratmaya yemin ederek dünyaya inmiş bir tür müdür? Eğer öyleyse, bütün acımasız sistemlerin yaratıcıları gibi, “insan” da nasibini, kurduğu -daha doğrusu bozduğu- düzenden almayacak mıdır?
“Evrenin kast sistemi” diye bir şey oluştu yüzyıllar içinde çünkü insan, dokunabildiği ve gücünü ona karşı uygulayabildiği her şeyin hâkimi ve bir nevi efendisi hissetmeye başladı kendini. Bu zihniyetle yaşama karıştı. Konuşabilme ve akıl yetisini ise, bunlara sahip olmayan canlılar üzerinde kullanmayı tercih etti. Her zaman kendini kayırdı, ayırdı. Aklının ucundan bile geçiremedi “ya tek başına sadece insanoğlu olsaydı evrende?” diye. O çok güvendiği “akıl” yetisine rağmen ne kadar acınası ve yardıma muhtaç olurdu halbuki. Anlaşılan insan, onu her şeyden üstün olduğunu düşündüren aklının oyunlarına bile kanacak kadar savunmasızdı bu dünyada. Ancak sizi bu kadar da korkutmak istemem. Zira yüzyıllar içinde zihninin ona sunduğu güce kapılmadan, yaşamda yerini arayan onlarca felsefeciye, araştırmacıya, insana rastlıyoruz.
“Sığ ekoloji” kavramını bilenler vardır muhakkak aramızda. Ama bu terimin asıl ilgi çekici tarafı, bizim yıllardır bu ekolojiye bilmeden hizmet ediyor ve fikrini benimsiyor olduğumuz. Evet, evet, şaşırmayın, çoğumuz “sığ ekoloji” kavramının hep destek, tam destek savunucularıyız. Eminim ki, artık hepimiz küresel sorunların üstünde daha çok düşünüyoruz. Geri dönüşüme önem veriyor, hayvanlara kendi canımız gibi bakıyor, sokaklara atıkları savurmayı eskide bırakacak gibi duruyoruz hatta. Bu kavramın hedeflediği de tam olarak bu aslında: kaynakların tükenmesi ve çevre kirliliği gibi, insan hayatını tehdit eden çevresel sorunlarla başa çıkmaya çalışmak. Peki bunu neden yapıyoruz gerçekten? Neden eskisi gibi doğaya zarar veren tüm alışkanlıklarımızı bir köşeye bıraktık ya da bırakmaya çalışıyoruz? Bu dünya üzerinde hepimizin eşit haklara sahip olduğundan, kendimizi bir hayvanla aynı konumda görebildiğimizden mi? Sanırım bu en komik ve aslında olması gereken cevaplardan biri olurdu. Ama biz bu düşüncenin kıyısından, köşesinden bile geçemiyoruz henüz. “Neden bunları yapıyoruz?” sorusunun cevabı ise, tabii ki günün sonunda ucunun kendi canımıza dokunmasından. Gezegene bıraktığımız her zehirli tohumun bir gün gelip bizi bulacağından korktuğumuz için. İşte, sığ ekolojinin temeli de burada yatıyor. Sorunları tek tek ele alırken canlıların aralarındaki bağları görmezden geliyor. Doğanın, ancak insan çıkarlarına hizmet ettiğinde değerli olduğunu varsayıyor ve insanı aslında her şeyin merkezine alan antroposantrizm felsefesine dayanıyor. Dışardan bakınca çoğumuz ne kadar “sığ ekolojinin kurucularından biriyim ben!” diyor, değil mi?
Doğada kendi çıkarlarımızın aleyhine bir şey gerçekleşeceği zaman ne kadar güzel korumaya başlıyoruz onu. Ucunun aslında hepimize dokunduğunu fark etmeden, hâlâ yarattığımız o kast sisteminin en üstünde, tahtımıza yapışık, sadece kendimizi korumaya çalışıyoruz.
Biraz önce yukarıda bahsetmiştim ya, yaşamda yerini arayan, gezegende bir nokta kadar bile yer kaplamadığının bilincinde olan insanlar var diye. İşte bu insanlardan biri, Norveçli felsefeci Arne Naess. Sığ ekolojiye karşı çıkarcasına “derin ekoloji” kavramını ortaya atan kişi. Kendi çıkarlarının ötesinde, bu dünyada ancak ve ancak birlikte bir anlam ifade edebileceğimizi savunuyor Naess. Her canlının aynı yaşam hakkına sahip olduğunu savunurken varlıkların birbirleri arasındaki bağları korumasının da önemli olduğunu söylüyor. Yani sığ ekolojideki gibi, sadece insan refahını değil tüm canlıların refahını sağlamak gerektiğine inanıyor ve doğa merkezciliğini savunan ekosantrizm’den güç alıyor. Derin ekoloji kavramını örnek alarak yaşama can suyu olanlar da aramızda var elbette. Diğer canlılara karşı sahip oldukları, bir toplu iğne ucuyla sönmeye hazır egolarının, güçlerinin albenisine yenilmeyen insanlar onlar.
“Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki,” diyor Nietzsche. Sanırım tüm ayrım burada başlıyor yani insanın, doğada kendini nerede gördüğünden. Evren yaşamda bize sessizce yer açarken evrenin karşısında aciz olduğumuzdan bunu yaptığımıza inanıyor bazılarımız. Buna inananlar, kendisine sunulan yerle yetinmeyip tüm yaşamın hâkimiyetini ele geçirmek istiyor. Ancak ‘teklik’ ve ‘hükmetmek’ kavramlarının altında var olmaya çalışan her toplumun sonu aynı oluyor. Yaşamı kendi pisti hâline çevirip sahnenin en göz alıcı noktasında istediği şarkıyı söyleyen şovmenler, evrenin verdiği tüm güzellikleri sahnenin arka tarafında orkestraya dönüştürüp o orkestrayı kendi söyledikleri şarkıya eşlik etmesi için zorluyorlar. O göz alıcı sahnenin gücüne kapılan insan, hiç tahmin edemiyor doğanın ona bir gün başkaldırabileceğini. İşte o isyan günü geldiğinde insanlar egolarıyla şişirdikleri o pistlerinden büyük yenilgilerle teker teker iniyor anlayacağınız. Biz ekip olabilmenin önemini iş, aile, sosyal çevrelerimizde de öğreniyoruz aslında. Biliyoruz, birimiz yokken diğerinin çok da bir anlam ifade etmediğini, çoğu şeyin altından tek başımıza kalkamayacağımızı, eğer ortada başarılmış bir şey varsa aslında hep birlikte bunu başardığımızı. Birbirimizle koordine olmayı öğrenebilmiş olmamıza rağmen, insan-doğa arasındaki ekip işini aynı istikrarla yürütemiyoruz maalesef. Hor geçiniyoruz ormanlarımızla, hayvanlarımızla, elimizde tuttuğumuz çikolata paketinin çöpüyle bile. Sonra bir şey oluyor, çekip gitmek istediğimizde derin bir nefes almak için başımızı göğe kaldırıyor, zihnimizi dinlendirmek istediğimiz zaman ormana yürüyüşe gidiyor, huzuru çimenlere yatmakta buluyor, dilediğimiz bir şey gerçekleştiğinde yaratıcıya teşekkür adına bir kediyi besliyoruz. Güçlü olduğumuzda hükmetmeye çalıştığımız her şeye, tükenince nasıl da güzel sığınıyoruz. Her zaman doğadan ve diğer canlılardan kendini daha üstün gören insan, nasıl oluyor da küçük gördüğü şeylere bir anda sıkıca sarılıyor? Çünkü günün sonunda özüne dönüyor aslında. İnkâr ettiği özüne…
Geçinmeyi öğrenmek zorundayız, celladı olan insana, her seferinde sonsuz yüreklilikle göğsünü açan doğa gibi… Eğer bir alma-verme dengesi içindeysek alacağımızı alıp pistten çekilmemeliyiz. Biz o sahnede ve hep birlikte aynı şarkıyı söylemeyi öğrenmeliyiz. Nurullah Ataç, Gene Yalnızlık kitabında “ruh” sözcüğünü neden sevmediğini öyle mükemmel bir incelikle anlatıyor ki, anlatırken de şu satırlara yer veriyor: “’Ruh’ demek, ‘can’ demek gibi değil. Sizin de, benim de birer canımız var; kedinin, köpeğin, tavşanın da bir canı var. Can bizi bu dünyada yaşayanların hepsiyle birleştiriyor ama ruh yalnız sizde varmış, bende varmış; kedide, köpekte yokmuş. Bir büyüklük, üstünlük veriyor insana. Uydurma bir büyüklük, insanoğlunun kendi kendine uydurduğu bir büyüklük… Bütün övünmeler gibi o da gülünç bir şey, çirkin bir şey.”
Belki de şu soruyu sorarak başlamamız gerek:
“Doğadaki hükmümüz, zihnimizde düşlediğimiz kadar mı sahiden?”
Kaynak: thepentacle.org