Derme çatma salın üzerindeki hırpani adamın fotoğrafı dikkatimi çekti. Etrafında yükselen lüks konutlara meydan okuyan gözlerle bakmasaydı haberi okumazdım. Naylondan yapılmış bu yüzerkondunun sahibi ölmüş, köpeği yalnız kalmış. Tanıdık gelen ismi birden hatırladım.
İlkokulun ilk yıllarıydı. Okullar yeni kapanmış, deniz mevsimi gelmişti. Yakıcı sıcaklar başlamamıştı. Hafta sonu, babamın bir arkadaşının deniz kıyısındaki evine davetliydik. Haberi duyunca erkenden denize girebileceğim için sevinmiştim.
Deniz kenarında büyük bir evdi. Evin arkasında, bembeyaz yaseminler, renkli ortancalarla süslü bahçenin köşesinde bir baraka vardı. Ev sahibi Nazmi Amca ve eşi cana yakın, hoşsohbet insanlardı. Akşam yemek sırasında jandarma gelene kadar her şey güzeldi. Hakkında şikâyet varmış. Nazmi Amca’yı alıp götürmüşlerdi. Merak ve endişe içinde beklediğimiz birkaç saatten sonra geri dönmüştü adamcağız. Arkadaki barakada yaşayan oğlu şikâyet etmiş. Hiç anlaşamıyorlarmış. Şok olmuştuk. Aile meselesi herkesin canını sıkmıştı. Ertesi gün bizimkiler toparlanırken ben de meraktan barakanın önünde dolanmıştım. Saçı sakalı birbirine karışmış, tuhaf oğulları pencereden “Merhaba, ufaklık!” diye bağırınca beni de jandarmaya şikâyet etmesinden korkup koşarak kaçmıştım. Denize girememiştim, ona kızgındım. Yine temmuzu, babamın yıllık iznini bekleyecektim.
Babasını neden şikâyet ettiğini hatırlamıyorum. Uyumsuzun biriydi. Koca bahçeyi paylaşamamışlardı. Babasının üzerine defnedilecekmiş. Rahat durur mu orada? Kim bilir? Bundan sonrasını melekler düşünsün, bir de zavallı Nazmi Amca…