Yazar Ayşe Övür, çok okunan romanı Botter Apartmanı hakkında Mikroscope için yazdı:
Hayatım boyunca hep kitapların ve tarihin peşinden koştum. Tarih ve edebiyat, benim için ayrılmaz bir bütün. İkisinin de birbirini destekleyen ve bütünleyen taraflarını daima sevdim. 90’lar üniversite yıllarımdı. O zaman İstiklal Caddesi ve Pera, benim kuşağımın gençleri tarafından yeni baştan keşfedilip sahipleniliyordu. Genç bir arkeoloji öğrencisi olarak, o dönemki İstiklal Caddesi’nde yürürken âdeta Antik Çağ’dan kalma birer tapınak cephesiymiş gibi, İstanbul’u seyreden binalara hayran kalırdım. Bu binaların edebiyatta, resimde, tarihte daha fazla yer etmesini dilerdim. Klasik arkeoloji eğitimimin ardından gelen yüksek lisans yıllarından sonra, akademik eğitime biraz ara vermek istedim. Bu süre gittikçe uzadı ve nihayet kırk yaşıma gelince eski hayallerime geri döndüm.
Onca yıldan sonra, kurulan yeni bir hayatın ardından geri dönmek en başta zordu. Zihnimde gelgitler, dirençler yaşadım ama sonunda, yapmam gerekenin yeni bir başlangıç olduğuna emin olunca bir anda işimden istifa ettim. Yeni bir hayata adım atarken tüm ağırlıklarımdan da kurtulmam gerekiyordu. Birkaç yaratıcı yazarlık kursuna katıldım. Zaten edebiyattan ve tarihten hiç kopmamıştım. Önce ana kulvarımı edebiyat olarak belirledim. Tarih ve arkeoloji, destekleyici güç olarak kalacaktı. Yapmak istediğim şey, roman yazmaktı. Öteki edebiyat türleriyle sadece kendimi geliştirmek için ilgileniyorum zaten. Bazen sırf kendime kalsın diye yazdığım öyküler, şiirler, şarkı sözleri oluyor. Onları yayımlamayı düşünmüyorum. Belki çok ileride ama şimdi değil.
Yazmaya; en iyi bildiğim, en çok merak ettiğim, belki de en çok kalbimi acıtan konuların birinden başlamak istedim. Benim hem baba hem de anne tarafım farklı coğrafyalardan gelen göçmenler. Göçmenliğin insana verdiği o tuhaf sızı, sanıldığı gibi hemen iyileşmez. Nesiller boyu akar gider.
Büyük dedem Seferbey, bir Çerkes. Çocukken Kafkasya’dan sürgün edilip Anadolu’ya, Balıkesir’e gelmiş. Ardından Trablusgarp Savaşı’nda şehit olmuş.
Onun öyküsü beni hep etkilemişti ve Seferbey’in Trablusgarp Savaşı’na katılma yolculuğu hakkında yazmaya başladım. Öte yandan, savaşlara katılan askerlere duyguları pek sorulmaz. Daha çok komutanların hayatı bilinir ama askerlerin hayatı “Mehmetçik” denip geçilir. Askerlerin geride neleri bıraktıkları, hüzünleri, aşkları, umutları, dünyaları pek sorgulanmaz. Belki de bunun nedeni, hep sona ve mutlak başarıya odaklı bir dünya kavramıyla eğitilmemiz. Bunun, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu biliyorum.
İkinci kitabıma gelince kendi zihnimdeki sayfaları açtım. Beyoğlu’nda geçen bir roman yazacaktım. Aslında başkahramanın mimar olmasını epey düşündüm ama metin çok farklı şekilde kendini yazdırdı. En başta düşünmediğim karakterler bir bir romana girdi. Ben de yazarken kendime şaşırıyordum. Örneğin, Hamza karakteri aklımda yoktu ama bir şekilde romana girip kendisini yazdırdı.
Botter Apartmanı’nı bu kadar özel kılan, mimarı Raimondo D’Aronco ve elbette terzi Jean Botter ile ailesi bence.
Raimondo D’Aronco, zamanının ünlü bir mimarı. İtalya’da çok iyi bir mimarlık eğitimi alıyor. O dönemin eğitim anlayışı, anladığım kadarıyla, şimdikinden daha farklı. İyi mimarlar, sanat tarihini de biliyor ve bu alanla ilgileniyorlar. Daha da önemlisi mimarlar, görsel sanatlardan yararlanıyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu padişahı II. Abdülhamit ve çevresindeki yöneticiler, 19. yüzyılın başında moda olan ve aylarca süren sanayi sergilerinden birini İstanbul’da görkemli bir binada yapmaya karar verince başarılı bir mimar arayışına giriyorlar çünkü İstanbul’da Paris, Londra, Şikago’dakiler gibi uygun bir bina yok. Sonunda Raimondo D’Aronco İstanbul’a davet ediliyor. Bina için bir kurul toplanıyor. Sergi binasının yapılacağı yer olarak, bugünkü Şişli – Okmeydanı civarında bir çiftlik arazisinin uygun olduğu tarihî belgelerde yer alıyor. Binanın planları, eskizleri de yapılıyor. Hatta bugün Dolmabahçe’deki Resim ve Heykel Müzesi’nde bu eskizlerden birisi bulunuyor.
Fakat işler farklı bir yöne doğru evriliyor ve 1894 yılı bambaşka bir olayla karşımıza çıkıyor. Büyük İstanbul depremlerinden birisi gerçekleşiyor. İstanbul şiddetle sarsılıyor. Camiler, kiliseler, saraylar depremden etkileniyor. Pek çoğu tamamen yıkılmasa da kubbeleri, duvarları yıkılıyor. Bu döneme ait pek çok fotoğraf bulunuyor. Gerçekten üzücü manzaralar var. Deprem nedeniyle sergi binasından vazgeçiliyor. D’Aronco ile çalışmak için İtalya’dan gelen ustalar ülkelerine geri dönse de büyük mimar İstanbul’a katkı sunmak için kalıyor. Yıkılan binaları onarıyor, araştırmalar yapıyor. Böylece yaşamının on beş yılını İstanbul’da geçiriyor. İşte Botter Apartmanı da bu süre içinde inşa ettiği binalardan biri. Botter Apartmanı, binaya adını veren II. Abdülhamit’in başterzisi Jean Botter için İstiklal Caddesi’nde, Tünel’e yakın bir arazide inşa ediliyor. Cephesi kısa ve geriye doğru yaklaşık yetmiş beş metre giden bir arazi.
Jean Botter ülkemizde ilk beyaz gelinliği diken, ilk modaevini açan, ilk defileyi yapan kişi. Elbette bu ilkler hep Botter Apartmanı’nda gerçekleşiyor. D’Aronco ve Botter, bu binaya başka türlü bir ruh katmışlar. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bina bir şekilde yenileniyor.
Botter Apartmanı, Art Nouveau / Yeni Sanat üslubunda bir cepheye sahip. Art Nouveau, sanayi devrimine meydan okuyan bir anlayışla ortaya çıkıyor. Akımın arkasında ressam Gustav Klimt, heykeltraş Rodin, mimar Gaudi gibi pek çok önemli isim var. Asimetrik öğeler, renkli camlar, vitraylar, bahar dalları, güller, dalgalı çizgiler tasarımlarda yer alıyor. Güzel sanatlar ile marangozların zanaatları bir şekilde birleşiyor. İşte Botter Apartmanı da ülkemizde Art Nouveau üslubunun uygulandığı en özel yapılardan biri. Belki de en özeli.
Beni Botter Apartmanı’nı seçmeye iten düşünce, yapının ihtişamına tezatlık oluşturan terk edilmişliği oldu. Vakur, gururlu bir eski zaman kraliçesi gibi İstiklal Caddesi’nden İstanbul’u seyreden apartman, o dönemde kaderine terk edilmişti.
Romanı yazmaya başlamadan önce aklımda üç farklı bina vardı. Diğer ikisi kullanılıyordu ama Botter Apartmanı ihtişamlı tarihine zıtlık oluşturacak şekilde yalnızdı. Romanda yazdıklarım, D’Aronco ve Botter’e gönderme yapan bölümler dışında kurgu elbette. Romanda hem binanın kendisi hem de İstanbul, gizli birer kişilik olarak kendilerine yer buluyor.
Metni yazarken Rodin’in bir sözünden çok etkilendim. Rodin “Sanatçı; vermek istediği duyguyu aktardığına karar verdiği an, o eseri bırakma özgürlüğüne sahiptir,” der. Bu nedenle ben de “Botter Apartmanı’nda vermek isteğim duyguyu artık aktardım,” dediğim an metni devam ettirmedim. Bu yeni bir anlayış. Ben de çok tutarlı buluyorum. Bu sayede okuyucuya düşünmek için alan veriliyor. Botter Apartmanı romanının bir özelliği de, çok dişi ve üretken bir metin olması. Metni, devamı yazılabilir bir kıvamda bıraktım. Sanırım bir süre daha İstiklal Caddesi’nde gezinmeye devam edeceğim.
Son romanım Zamanın Kapıları da bir İstanbul romanı. Bu kitapta İstanbul’un iki farklı yüzünü, kapıların arkasındaki gerçekleri, gizemleri, soruları, düğümleri göstermeye çalıştım. Yer altındaki karanlığın yer üstündeki izlerini açmaya çalıştım. İnsanın vicdanı ile biraz oynamaya çalıştım metinde. İnsan vicdanını ne kadar susturabilir, kördüğüm olmuş geçmişimizi ne kadar sağaltabiliriz? Yazarken aklımda dönüp dolaşan ana temalar hep bunlardı. Kendimde de hep sorgularım vicdanın gücünü, zamanın hataları örtüp örtmeyeceğini. Anladığım kadarıyla zaman hiçbir şeyi sağaltmıyor, sadece biz unutuyoruz. Beynimiz var olmak için, bizi yaşatmak için unutmayı seçiyor sadece.
Şimdi elimde iki farklı metin var. En azından bir tanesinin 2024 yılında tamamlanmasını planlıyorum. İçime sinerse 2024 sonuna doğru yayımlanabilir.
Botter Apartmanı – Restorasyon Öncesi