İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

“Senin saçların ıslanıyor mu?” diye soranlara sinir olurdu. Sünger gibiydi görüntüsü saçlarının. Âdeta bir gri bulut taşırdı bedeninin üstünde.

Kıvırcıktı saçları ama pekâlâ da ıslanırdı. Annesi; kenarı çini mavisi, bembeyaz, emaye, tas irisi leğeni ılık suyla doldurur, içine de bir çorba kaşığı tuz atıp eritir, onu önüne oturturdu.

Geniş dişli tahta tarakla canı fena hâlde yandığı için bağırıp çağırmalarına aldırmadan lime lime, tutam tutam tarar, yolunan yolunur, kalanları da iki yandan sımsıkı örerdi. “Ohhh!” derdi bir arbededen çıkmışcasına, “Yüzün gözün açıldı bak. Pembe yanakların çıktı ortaya.”

Gözleri çakmak çakmak, aktı akacak bakardı annesine o da. Yutkunur ama bir şey demezdi. “Muharebeden çıkmış gibiyim,” derdi sıvadığı kollarını indirip manşetlerini iliklerken ve ortalığı toparlayıp, tuzlu suyla dolu leğeni döküp yerine kaldırırken annesi, kendisi de okulunun yolunu tutardı.

……

Son sınavın sonuçlarını okuyordu İngilizce öğretmeni. Sınıfta olağan heyecanın uğultusuyla, dirseği sıraya dayalı, dalıp gitmişti uzak hayallerine. İsmini duydu önce. Kulaklarına inanamadı. “On!” diyordu öğretmeni, “Onnn!” Koskoca on’u hazmedemedi, yutkundu, çok büyük geldi kendisine ama on almıştı işte. Yazıyla on, sayıyla 1O!!!

Uğultu bu kez daha da yükselmişti, neredeyse ete kemiğe bürünmüştü. Yüzler kendisine dönmüş, inanma güçlüğü çekenlerin “Aaaaa!”ları kulaklarına çarpıyordu şimdi de.

Kusursuz nirvana notunu yakıştıramayanlardan olsa gerek, “Kalk ayağa!” demişti İngilizce öğretmeni, kâküllerini parmağıyla ittirerek. O da kalkmıştı, oturduğu sıradaki yerini koruyarak. Ayrılmayı, öne fırlamayı hiç düşünmemişti ancak şimdi bütün yüzler kendisine çevrilmiş, gözler üzerine kilitlenmiş gibiydi. Öğretmen “Hiç yanlışsız, kusursuzdu kâğıdı gerçekten,” derken savunma hâkimi gibiydi sınıftaki çok bilmiş, azgın kızlara karşı. “Aferin,” dedi.

Sopasına yeni dolanmış, en kabarığından pembiş şeker helva hafifliğiyle yerine oturdu, formasının eteklerini hafiften düzelterek.

Keyfi, pembe pamuk helvayı ağzında hissetme kıvamındaydı şimdi. Kusursuz kâğıt ve iyi İngilizce, onu sınıfın yıldızı yapıvermişti bir anda.

Dirseği sırasına dayalı, hafiften kaykılmış bedeninde sertçe bir titreşim hissetti. Göz ucuyla görebildiği kadarıyla bükülmüş bir parmak kemiği, omzunu tıklatıyordu.

Geriye döndü. Arka sıradaki Ayten, makineyle kıvırdığı kirpiklerini titreştirip tepeden bakışla sorusunu püskürttü: “Kız, senin örgülerin hiç açılmıyor mu? Saçların hiç taranmıyor mu?”

….

Beyza’nın bisikletinin selesindeki “Bu muuu?”yu yeniden, bir daha yaşıyordu şimdi. Tepelere tırmanmış neşe ve heyecanın uçuş uçuş hâlinin, tepetaklak hızla yere çakılışını yaşıyordu bir daha. Yine alışılmıyor, yine parça parça olmanın un ufak olmaktan farkını arıyor ama bulamıyordu. Düşme arsızı olamıyordu, düşmekten kan revan içinde kalsa da her seferinde.

Demişti ki zümrüt yeşili gözlü, gölgeli kirpikli acem güzeli Beyza arkadaşı ona: “Yeni çocuklarla tanıştım. Benden arkadaş istediler. Sen de şu yeni aldığın çıpa ve yelken desenli tişörtünü, beyaz pantolonunu giy. Yarın gidiyoruz.”

Kendi mahallelerinin bir üst katmanıydı orası. Sarmaşıklı, gül bahçeli, saat çiçekli çitli evleri ve tahta bahçe mobilyalı teraslı film platosu mahalleydi bisikletle gidecekleri yer.

Beyza’nın güzeller güzeli gözlerinin, omuzlarından aşağıya su gibi akan ışıltılı saçlarının yanı sıra, dizleri yere bakan çarpıklıktaki bacakları; sarı görkemli bisikleti göz bebeği yapmanın bedeli gibi mübahtı, hoşa gidiyordu yani.

Kanıtlanmış ayrıcalığı ve güzelliği onu kraliçe Beyza yapmıştı, kanı kaynayan hippi oğlanlar arasında da.

Henüz az sayıdaki evde bulunan telefon Beyzalarda da vardı ve o günkü üst mahalle tanışmasının ön ayarlamasına kulaklarıyla tanık olmuştu. Hatta Beyza, cilveli ve buyurgan konuşması sırasında göz kırpmıştı, “Oldu bu iş” anlamına gelen.

Günün sıcağı azıcık çekilip yerini akşamüstü serinliğine bırakırken gölgelenen dışarıya son adımını atmadan önce, kapının önündeki boy aynasında kendini şöyle bir süzmüş, yeni moda çıpalı desenli tişörtünün bir düğmesini daha kaçamakla açıvermişti. Beyaz kot pantolonuyla uzun bacakları, gri bulut saçları ve süet makosenleriyle paspasın üstüne sıçrayıp kapıyı ardından çekivermişti işte.

Beyza bahçe duvarının öte yanında, kalçası selede, ayağı pedaldan kurtulmuş olarak yerde, elleri ışıl ışıl krom gidonun siyah tutmalıklarındaydı. Sabırsızlanıyordu rolü gereği. O Beyza’ydı ve hep buyurur, had bildirirdi.

Şimdi yol onlarındı. Hızlandıkça hızlanıyorlar, yeni ve bilinmez tanışıklıklara yol alıyorlar, kendi rüzgârlarının ferahlatıcı serinliğiyle içlerindeki en derinler uyanıyor, yenileniyor, tazeleniyor, zonkluyor, çarpıyor, patlıyor, saçılıyordu… Hissediyorlardı…

“Anarşuvist!” demişti Beyza ona, yeni öğrendiği “anarşist”i yanlış kullanarak. Düzeltmişti o da hiç geciktirmeyerek, Beyza’ya 1-0 gol gibi. “Anarşuvist değil a – nar – şist!” demişti; tane tane ayırmış, hecelerin üstüne de bastırmıştı.

Uçup gitmişlerdi güllü bahçelerin, sarmaşık çiçekli çitlerin, evlerin arasından geçerek.

Topluca bekleniyordu kızlar. Grup, sarı bisikletin görülmesiyle dalgalandı. Şimdi tek sıra olmuş oğlanların önünde hiç acele etmeden iyice ağırlaşarak, âdeta “Ooo piti piti / Karamela sepeti” ile zınk diye duracakları yeri seçmişlerdi. Sağ pedalı kaldırıma oturttu. İkisi de sele konumlarını bozmayarak baktılar meraklı yüzlere.

“Bu mu?” dedi öne atlayan çilli suratlı, kızıl kafa. Kıvırcık bukleleriyle neyin ayrıcalığıydı kendisine sunulan, bilinmezdi de. “Bu mu?” demişti, “Git, bir daha gel” eziyetini reva görerek. “Kızzz, senin saçların hiç taranmıyor mu?”dan sonra cırlak sesli, çilli oğlandan “Bu mu?”ydu şimdi de kendisi.

…..

“Oooo, otuzlu yaşlarında olacak, hem de ana babasıyla tatil yapacak, ilginç doğrusu,” diyordu. Bir yandan şeffaf jeli aletin topuzuyla bastıra bastıra yaydırıyor, evirip çevirip bir daha, bir daha dönüyordu aynı çemberin içinde. Gözü, karanlıkta daha bir parlayan bilgisayarın ekranındaydı.  

Sımsıcak yaz sonu sabahında, tepe floresanlarıyla aydınlatılan loş odadaki masanın üzerinde sırtüstü yatıyordu. Dışarının sıcağından sonra serinlik hoşuna gitmiş, rahatlamıştı. Doktorun densiz bulduğu eleştirisi, keyfini kaçıramazdı.

“İzin verir misin?”, dedi, “Şükrü Bey’i çağırmak istiyorum.” İçi ikirciklendi, yüreği şöyle bir yalpaladı. Enine boyuna iri yapılı Şükrü Bey, elleri beyaz önlüğünün ceplerinde girdi odaya. Koyu teninde beyaz dişleri göründü gülümserken kendisine.

Ekrana döndüler. Kalem benzeri elektronik gösterge, orada bir lekeyi öne çıkarıyordu.

Gözlemci doktor sessizce çıktı odadan. “Bitti, oturabilirsin,” dedi yıllardır doktoru olan atkuyruklu radyolog. Yattığı masada oturdu, bacaklarını sallandırdı. Yıldız desenli muayene önlüğü üzerindeydi. Ensesindeki bağcıkları, saçlarının kıvrımlı bulutundan kurtardı. Sessizliği dinliyor, tekinsiz sesleri bekliyordu içi. “Biyopsi yapacağım hemen. Bekletmenin anlamı yok,” diyordu atkuyruklu doktor. 

Düşte miydi, gerçekte mi, ayırt edemiyordu. Tıpkı koşmak isteyip de koşamadığı, yüzmek isteyip de kulaçları onu ilerletemediği kâbusunun içinde itirazlar ve isyanlar uçuşuyor ama ses olup çıkamıyordu bir türlü.

Arka sırasındaki kıskanç Ayten’in omzundaki tak tak’ıyla haftada bir açılıp yeniden örülen örgülerini, Beyza’nın sarı bisikletinin selesindeki çıpalı tişörtüyle gri bulut saçlarını düşünüyordu.

“Evet, dökülecek,” dedi atkuyruklu doktor. “Dört seans kemoterapi…”

“Bu mu?” diyerek küçümseyen çilli, kırmızı suratlı ses kulağında çınlıyordu şimdi. “Bu mu?”