Yok olmuşsun. Bir gün beklenmedik bir şekilde ortadan kaybolmuşsun. Annemin deyimiyle, “sırra kadem basmışsın.” Ne polis bulabilmiş seni ne de jandarma.
Bizi terk ettiğine hiç ihtimal vermedi annem. Hep, “Başına bir iş gelmiş olmalı. Bizi bırakıp gider miydi yoksa?” derdi. “Evimin direği, kale gibi adamdı.”
Ben sırra kadem basmak ne demek, bilmez; kale gibi adam nasıl olur, anlamazdım. Ufaktım o zamanlar. Temizliğe gitmediği günler küçük evimizin arka bahçesinde çalışır, orada yetiştirdiklerini pazarda satıp üç beş kuruş kazanmak için didinir dururdu annem.
Mutfak penceresinin önünde açan kan kırmızı güller dışında, bahçemizde hiç çiçek yoktu. Güllerimiz de her sene haziran gelince açar, annem pek sevinir, en iyi elbisesini giyip saçlarını toplar, güller de masamızın tam ortasına arzıendam ederdi. Gül kokuları içinde ettiğimiz kahvaltıların, yediğimiz yemeklerin tadı bir başkaydı.
Ben ilkokuldaydım, belediyeden adamlar dayandı kapıya. Yaşadığımız yerin kaçak olduğunu, kepçeyle ve dozerle gelip bütün gecekonduları yıkacaklarını, evimizi boşaltmak için on günümüz olduğunu söylediler.
Annem saçını başını yoldu, göğsünü bağrını dövdü, “Çıkmam evimden!” diye ağıtlar yaktı ama nafile. Komşuların da yardımıyla üç beş parça eşyamızı topladık.
Yıkımdan önceki gece perişan vaziyetteki anneme sokuldum, saçlarını okşadım onun, gözyaşlarını sildim, yanaklarını sevdim.
“Neden ağlıyorsun? Babam gelir de evimizi, bizi bulamazsa diye mi?”
“Yok kuzum, ondan değil.”
“Peki neden?”
“Evimizi yıkıp, bahçemizi kazıp, altını üstüne getirecek bu herifler. Babanın da huzurunu kaçıracaklar!”