Mikroscope adına Müge İplikçi, Medyascope Haber Müdürü Göksel Göksu ile konuştu. 

“Arayış” temamızı Türkiye ve dünya gündemine hâkim, yetkin bir gazeteciyle konuşmak istedik. Göksel Göksu, Medyascope’ta haber müdürü olduğundan beri aklımızda olan bu röportajı hayata geçirirken karşılıklı olarak “iğneyle kuyu kazma arayışlarımız” da devam ediyordu… Elbette “daha iyi bir Türkiye” umudu bu arayışta başı çekiyor ve peşinden koştuğumuz dünyaya söyleyecek sözlerimiz bitip tükenmiyordu… Göksel Göksu ile son seçimlerin yarattığı atmosferi ve yakın geleceğimizin alternatiflerini konuşurken bugüne dair olan hayallerin kıyısında da dolaştık. Velhasıl, zikzaklara rağmen arayış bitecek gibi değildi.

 

2023’ün, yakın gelecek için bize fısıldadıkları neler? Ya da kısaca, neler aradık ve neler bulduk?

Bu sözcüğü duyduğumda aklıma ilk gelen, “arayış ve bulamayış” oluyor. Özellikle, toplumun yarısının üzerinden âdeta buldozer gibi geçen 14 Mart ve 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin öncesinde başlayan ve tıpkı yılların yorgunu olan herkese olduğu gibi bana da umut pompalayan arayış, seçimlerin ardından yerini, bulamayışa bıraktıktan sonra bu düşünce bende iyiden iyiye pekişti. Ancak kendimize geldikten sonra çok net gördük ki, Türkiye’nin bir yarısı ve o yarının mütemmim cüzleri olan biz, yaşantımız boyunca hep aramış ve aradığımızı bir türlü bulamamışız. Polyannacılık yapmak istemem ama ben bu tabloyu her şeye rağmen umutsuz bulmuyorum. Nedeni de, aramaktan hiç vazgeçmemiş olmamız sanırım. Bu da düş kurmaya, talep etmeye, “Başka bir dünya mümkün,” demeye devam ettiğimiz, umudumuzu yitirmediğimiz anlamına geliyor. Her şeye rağmen hâlâ ayakta duruyor olmamızın nedeninin bu olduğunu düşünüyorum.

Tabii, konunun distopik bir yanı da yok değil. Her hamlede gelinen noktayı hâlâ “Daha kötü ne olabilir ki?” diyerek tarif ediyor, o bakış açısından güç alarak ayağa kalkıyoruz ama yeniden başladığımızda kendimizi hep bir öncekinden daha kötü bir döngünün içinde buluyoruz. Bu durum mikro ölçekte de devam ediyor, makro ölçekte de.

Biz politize olmuş bir kuşağız, öyle bir çevrenin içinde doğduk, büyüdük. Umutlarımızı da, hayattan beklentilerimizi de biçimlendiren daima siyaset oldu. Kendimiz için bir talepte bulunmayı daima etik dışı bulduk. O ortamda apolitik kalanlar da vardı elbette ama hem sayıca çok azdılar hem de apolitik olmalarına rağmen aynı masaya oturduğumuzda birbirimizle konuşabilirdik. Ancak bugün her birimiz, bambaşka yerlere savrulduk. Hayat bazı şeyleri döve döve öğretti, bazılarını da hayata rağmen kendimiz öğrendik.

Öğrendiklerimizden biri belki de şu: Siyasete -küçük yaşlarımıza rağmen- yön vermeye çalışan ve “daha iyi, daha eşit, daha güzel” bir dünya arayışında olan biz, ilerleyen yıllarda kötülük ile, kötülüğün bin bir hâli ile, acımasızlıklar ile yüzleşmek zorunda bırakıldık. Öğrendiğimizde canımız çok acımıştı. Gel gör ki hâlâ “daha iyi, daha eşit, daha güzel” bir dünya arayışındayız. Aradaki fark ise, bunu artık canımızın yanacağını bile bile yapıyoruz. Bu tarif, sanırım yakın gelecekteki beklentimin ne olduğunu da açıklıyor.

 

PARA KİMDEYSE ERK ONDA

 

Seçim sürecini çok yakından takip ettin. Türkiye’nin 21. yüzyıl profili, son yirmi yılda ne kadar değişti? Değişti mi? Ya hiç değişmeyenler? 

Türkiye’de son yirmi yılda gerçekleşen seçimlerin tamamını yakından izlemiş bir gazeteci olarak, bu soruya net bir şekilde “Çok değişti, çokkk!” cevabı vererek başlayayım. Gelinen noktada ne yirmi yıl önceki siyasi iklimden eser var ne siyasetçiden ne de seçmen profilinden…

Örneğin, AKP’yi 2002 yılında tek başına iktidara taşıyan ve seçmeni, dönemin siyasi yasaklı siyasetçisi Recep Tayyip Erdoğan’a oy vermeye iten temel nedenlerin başında ekonomik kriz vardı. Gazeteler Türkiye’nin, tarihin en büyük ekonomik krizine sürüklendiğini yazıyor, on binlerce kişi işsiz kalırken sayısız işletme kepenk indiriyordu.

Bakıldığında 2023’teki kriz tablosu için de söylenenler aynı: “Türkiye, tarihin en büyük ekonomik kriziyle karşı karşıya.” Ama görüldüğü üzere bu kriz, iktidarı yerinden etmeye yetmedi. Bu yenilginin elbette tek açıklaması yok ve nedeni de daha uzun yıllar tartışılacak gibi.

Ancak aradan geçen yıllarda köprünün altından çok sular aktığı gerçeğiyle de karşı karşıyayız.

Bu durumu basit bir örnekle anlatmam gerekirse, AKP’nin kurulduğu ilk yıllarda il ve ilçe binaları kalabalıktan içeriye girilemeyecek hâldeydi. O tarihte parti binasına her girdiğimde burnuma gelen kesif ter kokusunun siyasi olarak partinin nereden güç aldığını gösteren bir işaret fişeği olduğunu, aradan geçen yıllar çok net bir biçimde anlattı çünkü aynı binalar sonraki yıllarda bu kez kesif parfüm kokusuna teslim olmuş, binaların önüne sıra sıra son model arabalar park ederken, içeriye girmek isteyenler güvenlik bariyerlerine takılmaya başlamıştı. Özetle, Türkiye’deki sermaye hızla el değiştirdi; bu dönemde siyasetin kodları yerle yeksan oldu.

“Değişmeyenler neydi?” diye sordun ya, gelinen nokta işte o sorunun cevabı yani “para kimdeyse erk onda.”

“Peki ya ideoloji?” dersen bunu görmek için malum gazeteci olmaya gerek yok zaten. Özellikle son seçimde, elmalarla armutlar tamamen birbirine karıştı. Canımızı en çok acıtanlardan biri de bu. Bir tarafta AKP Hüda-Par’la aynı çatı altında buluşup, bunu MHP’ye kabul ettirip, -partisinin kuruluş aşamasında çıkardığını söylediği millî görüş gömleğinin günümüz temsilcisi – Yeniden Refah Partisi ile saf tutuyor; diğer tarafta CHP hem aynı gömleğin diğer kolunu çekiştirerek İstanbul Sözleşmesi’ni bile konuşamadığı Refah Partisi ile hem AKP’nin içinden çıkan Gelecek ve DEVA Partileri ile saf tutup, beri yanda Demokrat Parti’yi de yamacına alıp milliyetçi söylemin diğer temsilcisi İYİ Parti ile kol kola yürüyüp onları ürkütmeyecek dozda Yeşil Sol Parti’yle flört ediyor, filan…

“CHP ne söylüyor, diğerleri neyi savunuyor, anlayan beri gelsin” tarzında garip bir siyasi tablo.

Bana göre hezimetle sonuçlanan son seçimler öncesi, gözümün önünden gitmeyen bir tablo var: Bir yanda Medyascope ekibi olarak izlediğimiz Ankara, İstanbul ve İzmir mitinglerinde alanları büyük bir coşkuyla dolduran yüz binler, beri yanda hayatı boyunca o kitleyi bir arada görmesi mümkün olmayacak -deyim yerindeyse- sağdan gelip soldaki seçmene ayar veren, onları hafife alan ve hiç utanmadan oylarına talip olan parti liderlerinin bitmek tükenmek bilmeyen hamasi konuşmaları. Bugün bakıyorum da, ne kadar olgun davranmış o seçmen, ne büyük bir tahammül göstermiş… Bu da tam bir arayış ve bulamayış değil mi?

 

ARAYIŞ VE BULAMAYIŞ

 

Türkiye’nin değişimi ya da değişmezliği bir yana, bugün orta yaşlarını süren biz kadınlar için “aramak-arayış” sözcükleri neye denk düşüyor? 80’lerden beri arıyoruz ya…

Vallahi en başta da söylediğim gibi, “Arayış ve bulamayış hâlindeyiz,” diye düşünüyorum. Bizler çok büyük idealler uğruna dünyaya meydan okuyup karşımıza çıkan her şeye kafa tutan ama eve geldiğimizde babalarından çekinen garip bir kuşaktık. Bir yanıyla şimdiki gençlere baktığımda bizim dönemimizin gençlerinin çok daha şanslı, cesur ve donanımlı olduğunu düşünüyorum. Benim girdiğim ortamda konuşmalara yön veremeyecek, herhangi bir konu tartışılırken olan biteni sessizce bir köşeden izleyecek arkadaşım hiç olmadı. Bugünden bakınca gururla söyleyebileceklerimin başında bu geliyor; her birimizin söyleyecek bir sözü vardı ve o sözü söylemekten hiç imtina etmedik. Daima daha iyisini aradık ama aradığımız şey kendimiz için değil toplumun refahı içindi. Herkesin derdiyle dertlenen, elimizin yettiğince -neyimize güveniyorduk bilmiyorum- herkesin derdine derman olmaya çalışan ve kafamıza koyduğumuzu mutlaka yapan bir kuşaktık. Ama 12 Eylül’ün gelmesiyle her şey bir gecede değişti.

 

Kişisel tarihinde “altmış beş metrekarelik” bir hikâyen var. İçinde dönenip durduğumuz gezegene, ülkeye güzel bir kıssadan hisse var orada. Nedir o? Paylaşır mısın sakıncası yoksa?

Ah evet, o benim yaşantımda bir kırılma noktası ya da bir başka deyişle “aydınlanma”… Her zaman söylüyorum, vazgeçmenin kitabını yazabilirim. Aslında düşününce -ben her ne kadar çok geç öğrendiysem de- vazgeçmeyi becermek insanı hafifleten bir şeymiş. Bağımlılıklarından arınmanın, onlarla yüzleşmenin, onlarsız da hayatını devam ettirebileceğinin ayırdına varmanın bu kadar keyif verebileceği daha önce aklımdan bile geçmezdi! Bu gerçekle, yüz kırk metrekarelik bir evden altmış beş metrekarelik bir eve taşınmak zorunda kaldığımda yüzleştim. Şöyle düşünün: Yayıldıkça yayıldığınız bir eviniz var, çifter çifter koltuklar, üçer beşer yemek takımları, elinizi bile sürmediğiniz fritözler, buhar tencereleri… Çifter çifter gardıroplar, duvarları kaplayan kütüphaneler ve şimdi çoğu aklıma bile gelmeyen bir ev dolusu eşyayla karşılıklı bakışmaya başladığım bir dönem hatırlıyorum. Bu kadar eşyayı o minicik eve sığdıramayacağımı anladığımda dünyamın başıma yıkıldığını sandım.

Sonrasında tüm eşyaları salona serip uzun uzun seyrettiğimde farkettim ki, yıllar boyu elimi bile sürmediğim bu eşyalar aslında bana ait filan değildi. O andan itibaren hiç kullanmadığım, ihtiyaç duymadığım, yokluğunu bile farketmeyeceğim eşyalardan kurtulmam doğrusu hiç zor olmadı. Ne mi yaptım? İçlerinden en sevdiklerimi seçip kalan ne varsa sağa sola dağıttım. Komşular bayram etti. Kalanları da bir kadın sığınma evine teslim ettiğimde artık altmış beş metrekarelik bir yaşama hazır hâle gelmiştim. Bağlılık ile bağımlılık arasındaki ince çizginin farkını iliklerime kadar hissettiğimde yine farkettim ki, ortada bir sınır yoksa, sınırın hangi tarafında yer aldığının da bir anlamı kalmıyor.

 

BÜYÜK FOTOĞRAF

 

Gençlerle, genç kadınlarla çalıştığın yeni bir ortamın içerisindesin. Onlar hakkında neler dersin? Onların arayışlarıyla bizim kuşağın arayışları arasında en temel ayrılıklar neler?

Gençlerle olmayı sevdiğimi söyleyerek başlayayım söze. Medyascope‘taki gençleri de ayrıca seviyorum. Pırıl pırıl zekâlarıyla, hayata en naif yerinden bakan yürekleriyle bana umut aşıladıklarını söylemeliyim. Her birinin, hayatın bir köşesine kendi imzasını atacağından şüphe duymuyorum. Ama bir yanım çok endişeli. Endişeli, çünkü dünyaya sadece kendi yaşadıkları zaman diliminden bakıyor, hâl böyle olunca da bana göre büyük fotoğrafı göremiyorlar. Ve sanki tarih tekerrür ediyor gibi geliyor o zaman. Canları acısın istemiyor insan ama o büyük fotoğraf can yakıyor.

Belgesel çalışması yapmak üzere Etiyopya’ya gittiğimde bir kabilenin içinde yaşadığı koşullar, belki de büyük fotoğrafın tanımını açmam konusunda yardımcı olabilir: Kilitlenecek bir kapısı dahi olmayan toprak damın altını ev bellemiş kabile üyeleri, sazlardan yapılan bir şilte ve bir testi su ile öyle mutluydu ki, ilk bakışta şaşmış kalmıştım. Patika yollardan gidilen küçük küçük köyler, ürettiklerini diğer köylerde üretilen yiyeceklerle takas etmekten ibaret; televizyon, kredi kartı, ayakkabı, takım elbise, perde, çamaşır makinesi, buzdolabı, vb. kent yaşamının vazgeçilmezi olan ne varsa hepsinden azade, basit, sade bir yaşam… Her biri neşeli, hemen hepsi fırsatını bulduğunda bedenini müziğin tınısına bırakıp dans etmeye başlıyordu.

Kimsenin “Bir televizyonum bile yok!” diye hayıflanmadığı, bebelerin, elini tutarcasına annelerinin zaten açıkta duran memelerine ulu orta abanıp karnını doyurduğu başka bir âlem…

İşte o zaman âdeta bir aydınlanma yaşadım.

Anladım ki, bir annenin memesi o topraklarda el, kol, omuz kadar doğal ve işlevsel bir organdan ibaret. Kimse o memeyi cinsel bir obje olarak görmüyor. Anladım ki, ihtiyaç listelerinde ne varsa zaten ellerinin altında çünkü onlar da dünyaya, yaşadıkları zaman diliminden bakıyor ve büyük fotoğrafı göremiyorlardı.

Özetle, insan bilmediği şeyi değil istemek, hayal bile edemiyor. Onların büyük fotoğrafı da “beyaz adam”dı. Beyaz adamın o naif hayatı nasıl altüst edebildiğini de “ülkenize boydan boya tren yolu yapacağız ve artık bir köyden diğerine ürünlerinizi yürüyerek götürmek zorunda kalmayacaksınız” vaadiyle gelip, onları demiryolu inşaatında yok pahasına çalıştırıp, parayla tanıştırıp, sonra da (Çinli bir şirketti) en ufak itirazlarında yine onları tavşan gibi öldürüp hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ettiklerinde görebildiler. Canları çok acımıştı ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi…

Gençlerimize de böyle bakıyorum biraz.

Bizim kuşakla da, aileleriyle de aralarında giderek açılmakta olan bir uçurum var maalesef. Aileler de onların sanal dünyalarının çok uzağında oldukları için olsa gerek, çocuklarından korkan, salt onları karşılarına almamak için her istediklerine -mecburen- onay veren, onay verdikçe çocuklarının kölelerine dönüşen bir ebeveyn kitlesini de beraberinde getirdi bu süreç. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, iki çocuk annesi olarak ben, bu ebeveyn grubuna hiç dahil olmadım ama kızlarımızın arkadaş çevresinde sayısız örneğine rastladığımı da net bir şekilde ifade edebilirim.

İki kuşağın enerjisini bir araya getirip sinerjiye dönüştürmeyi becerebilirsek birbirimizin yüreğine dokunmayı da başaracağımıza inanıyorum. Kolay mı? Hayır değil, hatta asıl zor olan bu.

 

YENİ BİR HAYAT ARAYIŞI

 

Yeni bir hayat seçme şansın olsaydı nerede ve ne zamanda olmak isterdin? Sahi, bu konuda bir arayışın var mı?

Evet, bu noktada ütopik bir Göksel var karşında. Yeni bir hayat seçseydim gözlerimi kesinlikle Venedik’te açardım. Orada olduğum sürece, ne olmak istediğimin de bir önemi yok. Ben suyla fazlaca barışık bir insanım. Yaşadığım yerdeki en büyük kriterim, bir yanımın deniz olması. Venedik, deniz ihtiyacını gidermese de insanı suya doyuran bir şehir. Evimin önüne bir gondol çeker, aklıma estikçe kanal kanal dolaşırdım sanırım.

 

Mikroscope dergisine dair en politik cümleyi de senden duymak isteriz.

Mikroscope‘u dur durak bilmeyen gündelik yaşamdan yorgun düştüğümde, kendimi hiçbir yere ait hissedemediğim ve bir ayrık otu gibi gördüğüm zamanlarda, siyasetin kirli ve acımasız çarkının yarına olan inancımı her geçen gün biraz daha flulaştırdığı bir döngünün girdabında bulduğumda, sözün özü, hayata susadığımda soluklandığım ama daha da önemlisi, yeniden hayata tutunduğum bir mecra olarak tanımlıyorum. Tam da bu yüzden iyi ki varsınız her biriniz…