Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Türkiye’nin ıssızlığında, tekinsiz yollarda büyümeye çalışırken gencecik, çocuk ruhlu üniversite öğrencileriydik. O yaşların yarından çok şimdiki zamana odaklı müşterek umudu, o umudun tereddütten beslenen narin varlığı biraz da onların söylediği şarkılar ve şarkıların  sözcük öbekleriydi. Onlar ele güne karşı yapayalnızlığımızın sesi;  geçmesi, dinmesi, hatta yılması yıllar alacak asabiyetimizin mazeretiydiler. Tahrip edilmiş adımlarımızla onları sessizce takip edişimizin bir nedeni de buydu.

Sonra o malum şeyler oldu.  Çocuk-lar serpildi, yaşam aktı, akarken de o çocuk kalplere yapacağını yaptı. Gerçekten de “çocuk”lar  büyümüştü. Ummadıkları kadar kazık birikmişti ruhlarında. Mevsimler gelip geçmiş, iklimler mevsim tanımaz olmuştu. Kısacası, sadece soluk benizli anılar toplamının hasadı değildi olup bitenler. Birçok şey zamanı aşanların toplamıydı; birçok şey de sadece ortalığa saçılanları toplamak içindi. Kİ biz buna, bu gezegende “yaşam” diyorduk. 

Ama dün başka bir şey oldu. 

Dün, Özkan Uğur’un vefatını öğrendiğimde nedense Cinema Paradiso’nun en çarpıcı sahnesini seyrederkenki toy hâlim aklıma düştü. Sansürlenmiş bütün sahnelerin aktığı o bölümü izler gibi oldum. Bir tür “katarsis” diyebileceğimiz o virajı keskin an, aslında, yaşamın bütün heyula deneyimlerine karşın bir fark ediş anından ibaret olduğunu fısıldar bize ya, öyle bir şeydi. Orada, o tip filmlerin hemen hepsine göz kırpan ortak bir üfürme vardır ya, ona benzer bir şeyler. Filmde öpüşen erkek ve kadınlarla dolu o tutkulu sahnenin ortasına düşüvermişliğim yetmezmiş gibi, bu acı haberle,  80’li yılların tüm yasaklarını, sansürlerini, dilsizliğini hatırladım. Çaresizliğin zamirlere, fiillere dolanmış hâlini. Yok edilmiş cümleleri, hiç dile getirilmemiş virgülleri, yasakları, korkuları, endişeleri. Yalanların yarattığı efsaneleri. Yaratacağı vasatlığı. Ezcümle dünü ve bugünde saklı olan dünü…

Ve dahası:  “Bu sabah yağmur var İstanbul’da” cümlesinin yağmura kapılıp giden nice anıyı, lodosu, poyrazı anlattığını, sise saklanan sabahları, dahası o sabahların motor seslerini, vapur düdüklerini içerisinde barındırdığını sandım. O seslerde kaybolup giden nice nice genç insanın sesini duydum. Olsa olsa nedenlerle dolu bir şimdiki zamanı fark ediş anıydı bu.

İnsanın yaşama dair olanı çözebilmesi için o kâğıt kesiği acıyı kalbinde ya da ruhunda hissetmesi… Belki de buydu.  Hemen hepimizin, o ya da bu şekilde “anladığı” bir andan bahsediyor olabilirim. Geri döndürülemez olana baktığımız, zaman terminolojisinin çözemeyeceği, hiç umulmayan bir anda beliren bir tastamamlıktan. 

Özkan Uğur’un “olduramadığı” ama aslında belki bu yüzden “olmuş” olan o ana, minnetle.