O akşam, uzun zamandır kolilerde bekleyen kitaplarımı, internetteki alışveriş sitelerinden birinden beğenerek aldığım ama güç bela kurduğum yeni kitaplığıma yerleştiriyordum. Kolilerden birinde ne zaman, nereden aldığımı, okuyup okumadığımı anımsayamadığım, hatta benim olup olmadığından bile emin olmadığım bir kitap ilişti gözüme. İlk sayfasında belki bir not bulurum ümidiyle kitabı elime aldığımda, o an bende, bir kapı deliğinden bakıyormuş hissi uyandıran kapaktaki göz dikkatimi çekti. Bu göz, kitabın içindeki kahramanlardan birine mi aitti? Bilmiyordum. Kapağı açarsam gözün sahibi başını bana doğru uzatacakmış gibi geldi bir anda. Yavaşça araladım kitabın kapağını fakat ne kitabı ne zaman aldığıma dair bir notla ne de gözün sahibinin yüzüyle karşılaştım. “Belki ikinci sayfadadır,” diyerek bir sayfa daha çevirdim. Orada umduğumun aksine başka birinin başıyla karşılaştım. Bu, tren vagonları gibi art arda sıralanmış bir cümleye aitti. Bana esrarengiz bir şekilde, “Buralardan uğultulu, yorgun ………………… geçer,” deyip hiçbir şey dememiş gibi burnuyla havaya bulutlar çize çize çekip gitti.
Meraklanmıştım. Cümle bana ne demek istemişti? O boşluğu mahsus mu yoksa başı dumanlı olduğu için dalgınlıkla mı yarım bırakmıştı? Kendi kendime tahminlerde bulunarak boşluğu doldurmaya çalıştım. Aklıma ilk gelen, nedense ‘askerler’ sözcüğü oldu. Ama bu uymamıştı. Devam ettim: ‘atlar’, ‘yollar’, ‘rüzgârlar’… Hatta ‘insanlar’ sözcüğünü bile yerleştirdim cümlenin boşluğuna. Baktım beceremeyeceğim, koşup yetiştim başı dumanlı cümlenin arkasından. Nefes nefese kalmıştım ve dizlerimin bağı çözülmüştü. Cümlenin kuyruğundan yakalayabilmek için elimi uzattım fakat onu kıl payı kaçırdım elimden. Zira ayağım yerdeki bir şeye takılmış, tökezleyerek yüzüstü yere kapaklanmıştım. Sokakta oynarken düşüp üstünü başını toza toprağa bulayan afacan oğlan çocukları gibi ağlamaklı oldum. Düştüğümü bir gören var mı diye sağıma soluma bakındığım sırada, yarısı toprağa gömülü bir oyuncak gördüm yerde. Bu oyuncak, düşmeme sebep olan şey olmalıydı. Eğilip aldım yerdeki oyuncağı. Kendi tozumu toprağımı bırakıp onu üstüme silerek temizlediğimde gözlerime inanamadım. Elimde tuttuğum bir tren vagonuydu. Kafamdaki boşluk o an koca bir trenle doldu. Evet, cümlenin boş bıraktığı yerin sahibi bir trendi. Biraz sevinç biraz şaşkınlıkla cümlenin söylediklerini tekrar ettim. “Buralardan uğultulu, yorgun trenler geçer.”
Kendimi bir tren kompartımanında, kafamı cama dayamış, seyahat ediyor buldum aniden. Yanımda ne bir kimse ne de bir bavul vardı. Demir raylar üzerinde kıvrıla kıvrıla yol alan trenle beraber düşüncelerim de kıvrılıyor, eğilip doğruluyordu. Gözümün önünden bir film şeridi gibi akıp giden tek katlı, geniş bahçeli köy evlerini, bu evlerin avlularında tıpkı düşüncelerim gibi eğilip doğrulan köylüleri, otlaklarda yayılan semiz hayvanları geride bırakmamızdan yaklaşık kırk beş dakika sonra karanlık, uzun bir deliğin içine düştük. Hiçbir şey seçilmiyor, yalnızca raylar üzerinde sarsıla sarsıla ilerleyen trenin paslı sesi duyuluyordu. İşte o zaman kendimi bir tren kompartımanında değil bir yılanın midesinde oturuyor gibi hissettim. Bir süre öylece bu ekşimsi, karanlık mideden çıkmayı beklemek zorunda kaldım. Yılan beni sindirememiş olacaktı ki, birkaç dakika sonra bedenimi parça parça aydınlığa doğru tükürdü. Beni midesinden atan yılan, sonra da ihtiyar bir kadını suratıma tükürdü ama onu daha çok kusmuş gibiydi çünkü ihtiyar kadın bedeni, yılanın midesinden bir çırpıda çıkmıştı. Onu bütünüyle görüyor olmama rağmen karşımda oturan kadının gerçekte var olup olmadığından emin değildim. Kadın trenle birlikte yerinde şöyle bir sarsılınca bu tanrıça heykeli gibi duran ihtiyar kadının yanılsama değil gerçek olduğunu anladım.
Evet, kadın, arkeologların iğneyle kuyu kazarcasına aylarca süren itinalı çalışmaları sonucunda yerin metrelerce altından çıkardıkları binlerce yıllık bir tanrıça heykeline benziyordu. Arkeologlar bu heykeli gün ışığına kavuşturduklarında ne kadar çok sevinmişlerdi kim bilir ve başarılarını ardı ardına patlattıkları şampanyalarla kutlamışlardı. Onu karşımda böyle aniden bulmasam belki ben de sevinebilirdim fakat ben, gün ışığının bana armağan ettiği bu sürpriz tanrıça heykelinden ötürü şaşkındım. O yokmuşçasına davranarak, başımı tekrar cama çevirip dışarıyı seyretmeye koyuldum ama aklımı ondan alamıyordum. Üstelik gözlerimin, önce vagonun camına, sonra karşımda oturan kadının suratına bir çekirge misali zıplayıp konmasına mâni olamıyordum. İşin garibi, kadın, bu bir çift arsız çekirgenin ikide bir gelip yüzünde, ellerinde, geniş baldırlarında, âdeta yorgunluktan iki yana devrilmiş iri memelerinde ince, gıdıklayıcı adımlarla dolaşmasından hiç de rahatsız olmuşa benzemiyordu. Rahatlığından cesaret alarak onu baştan ayağa süzmeye başlamıştım. Kıyafetlerinden, onun, Anadolu’nun bir köyünden olduğunu anlamıştım ama alıştığım, bildiğim köylü kadınlara hiç de benzemiyordu. Elleri kuru ağaç kabuğu gibi, yüzü güneş kavruğu değildi mesela. Aksine, üzeri kaymak bağlamış taze köy yoğurdu kıvamında görünen elleri porselen pürüzsüzlüğünde, âdeta güneş görmemiş beyaz, güzel bir yüzü vardı. Nedense kadının senelere böyle meydan okuyabilmesini ve bu güzelliğini, bir çift nazar boncuğunu andıran gözlerine borçlu olduğunu düşündüm. Bu gök gözler, bu yaşına kadar onu koruyup kollamıştı mutlaka.
Bildiğim köylü kadınlara benzemiyor olması, kafamda onun için bir hayat hikâyesi kurmamı engelliyordu. Başladığım her hikâye yamalı bir bohçaya dönüyor, sırlarıyla birlikte katlanarak düğümleniveriyor ve kireç badanalı köy evlerinin duvarlarında gömülü tahta kapaklı dolaplara kaldırılıyordu. Bu yüzden kestiği her kumaşı oyuncaklayarak yarım bırakan acemi bir terzi yamağı gibi, kadına yeni hayat hikâyeleri biçmekten vazgeçmek üzereydim ki, burnumun ucuna takılan nazar boncuklarını fark ettim. Kadın gülümseyerek bana bakıyordu.
“Nerelisiniz, teyze?” diye sordum. Artık ben de gülümsüyordum. Kayseri’nin köylüğündenim, yavrum,” dedi. Bu defa da “Adınız ne?” diye sordum. Durup düşündü. Bir an adını hiç söyleyemeyeceğini zannettim. “Kiraz,” dedi. Dudakları tereddütle titremişti. Bu ismi ona çok yakıştırdım. Yaşını sorduğumda yine uzunca bekledi, iç geçirerek cevap verdi sonra. “Bilmem ki, oğlum! Anamdan doğdum doğalı yaşıyorum işte! Şimdiki gibi saat, takvim mi vardı evvelden? Göbeğimizi tarlada tapanda kesip ancak everecekleri zaman götürüp yazdırırlarmış kütüğe. Bilmem ki kaç yaşındayım. Ben diyeyim yüz, sen de iki yüz.” Ağzından dökülen bu ‘yüz’, ‘iki yüz’ sözcükleri karşısında gözlerimi kurbağa gibi pörtletmiş, göz kapaklarımı birkaç kez şaşkınlıkla yavaşça açıp kapatmış olacaktım ki, kadın gülümsedi. “Şaşma oğul, şaşma!” dedi. “Bizim oralarda her kadın uzun yaşar. Çok görür, çok geçirir.” Kesik kesik konuşuyor, zaman zaman duraksıyor; cümlesini, başını sonunu toparlayarak yeniden kuruyordu. Anlattıklarının, görünüşünün aksine, bildiğim köylü kadınların hayatlarına benziyor oluşu aslında onun hiç konuşmadığı, benim onu konuşuyor sandığım hissine kapılmama sebep olmuştu. “İhtiyar kadına yeni bir hayat kurayım,” derken saçmalıyordum galiba. Kabullenmeliydim acemi bir öykücü olduğumu ve vazgeçmeliydim kadını konuşturmaktan.
Kadın, “Yok, sen uydurmuyorsun, ben anlatıyorum hepsini,” diyerek bir kez daha şaşırttı beni. Ardından devam etti sözlerine: “O sene çok kar yağmış, neredeyse evlerin damlarına kadar kar kaplamış köyü. Açlıktan gözleri dönen dağdaki kurtlar, yiyecek bulamayınca ağıllardaki hayvanlara, hatta insanlara saldırmaya başlamış. Pek çok hayvanı telef olan köyün erkekleri ellerinde tüfekleri, yanlarında en az kurtlar kadar kana susamış köpekleriyle öbek öbek yollara düşmüş. Dağlara tırmanıp kurtların izini sürmüş. Onlardan birkaçı, ısınmak ve dinlenmek için girdikleri bir mağarada beni açlıktan ve soğuktan ölmek üzereyken bulmuş. Dört beş yaşlarında ya var ya yokmuşum. O mağarada tek başıma ne arıyordum, anam babam kimdi, hatırlamam. Köylüler alıp köye getirmişler beni. Aylarca konuşmamışım da dilsiz sanmışlar. Sonra oğlu uşağı olmayan bir karı koca beni yanına aldı, büyüttü, gelin etti. Kiraz adını da bana analığım verdiydi. Anasının adıymış. Şimdi kimsem yok. Köyde bir göz damım var, orada yaşıyorum. İşte böyle, yavrum.” “Çoluğun çocuğun yok mu, teyze?” diye sordum üzülerek. Yine sustu. Ne zaman konuşacak diye beklerken gök gözleri birden bulut bulut oldu. Bu soruyu sorduğuma soracağıma pişman olmuştum. Üstelik bir ihtiyar, böyle durumlarda nasıl teselli edilir, bilmiyordum da. Zaten bir daha da ağzını açmadı kadın. Ellerini göbeğinin üstünde bağladı, gözlerini yere düşürdü, öylece bekledi. O başı dumanlı cümlenin peşine takılıp buralara kadar gelmekle iyi mi yoksa kötü mü etmiştim, bilmiyordum.
İlk istasyonda kadına veda edip trenden inmeye ve evime giderek tekrar kitaplığımı yerleştirmeye karar verdiğimde kadının gözleri hâlâ yerde yuvarlanıyordu. Eğilerek onları almak, küçük bir merasimle kadının güzel yüzüne yeniden iliştirmek istedim fakat onu üzmek korkusuyla buna cesaret edemedim. Tam o sırada uzunca boylu, sarı saçlı, tıpkı ihtiyarınkine benzeyen mavi gözlü, genç bir kadın belirdi kapıda. Telaşlıydı, sesi ahengini yitirmişti. İhtiyar kadına “Babaanne, yarım saattir seni arıyorum. Öldüm korkudan,” diye şikayetlendi, kadının kaymak bağlamış beyaz ellerinden yakaladı. Ben ne olduğunu anlayamıyordum. Sonra bana döndü, “Ay, lütfen kusura bakmayın. Umarım babaannem çok konuşarak sizi rahatsız etmemiştir. İki dakikalığına lavaboya gitmiştim, o sıra ayrılmış bizim kompartımandan. Babaannem bunadı artık. Ne dediğini, ne konuştuğunu bilmiyor. Yalan yanlış anlatıyor işte. Aaa! Yoksa size de mi adının Kiraz olduğunu ve bir kış günü mağarada bulunduğunu anlattı? Son günlerde durmadan bunları anlatıyor da,” dedi. İhtiyar kadını, içi tıka basa dolu kambur bir bavul gibi kolundan çekerek götürdü. Oysa kadının gözleri hâlâ yerdeydi.
Kadına ne olduğunu çok merak ediyordum doğrusu. İşaret parmağımı dilimle ıslatıp bir sayfa daha çevirdiğimde kocaman boş bir sayfayla karşılaştım. Hemen karşısındaki sayfada, “Burada birbirinden ilginç ………………… satılır,” diye bağıran kara ağızlı bir cümle beni ağzının içine doğru çekti. Ağzı ekmek fırını gibi büyük, dudakları fırın kapağı gibi yana doğru açılıp kapanıyordu.