Buz mavisi gözleri ve üzgün bir köpek yavrusunu andıran bakışlarıyla ünlü şef Carmy Berzotta’nın (Jeremy Allen White) hikâyesi, ilk sezonu bittiğinde epeyce ilgi uyandırmıştı. İkinci sezonunu merakla beklediğim The Bear dizisi, ağustos başında Disney+’ta gösterime girdi. Şikago’da geçen dizi, Carmy’in erkek kardeşinin intiharının ardından ona miras kalan küçük sandviç restoranını ayağa kaldırmaya çalışmasıyla başlar. The Bear, ilk bölümden itibaren bizi bolca karmaşa, “Evet, şef!” çığlıkları, aniden parlayan ocaktaki alevler eşliğinde sıcak mutfağın çılgın temposuna sokuverir. Amerikalı eleştirmenler diziyi, ‘mutfakta geçen bir savaş filmi’ diye nitelerken pek de haksız sayılmazlar. Yakın çekimler, dinamik kamera hareketleri, hızlı bir kurgu ve arka planda agresif bir biçimde dönen R.E.M.’in Strange Currencies şarkısıyla The Bear sizi tuhaf bir biçimde içine alıveriyor. Dizide doğal oyunculuğu, zekice yazılmış diyaloglar eşliğinde aslında bir insanı kaybetmenin derin boşluğunu, abartısız bir dostluğu ve bütün karmaşanın ortasındaki varoluş hikâyesini görüyoruz.
İkinci sezonda The Bear’daki anlatı daha dinginleşip derinleşiyor. Farklı karakterlerin bireysel öyküleri öne çıkmaya başlıyor, mekânlar zenginleşip çeşitleniyor (Özellikle de, tamamen Kopenhag’da geçen bölümdeki çekimlerin estetiğini vurgulamadan geçemeyeceğim). Ancak hepsinin teması ortak: Yaptıkları işi tutkuyla sevmek ve en iyi olmak için bu yolda çabalamak. Yeni sezonda mutfak, temel mikrokozm olarak kalıyor ama savaş ortamından çıkıp bir takım sporu alanına evriliyor. Carmy’nin su şefi (sous chef) olarak Ayo Edebiri ve Carmy’nin kuzeni rolündeki Ebon Moss-Bachrach, muhteşem oyunculuklarıyla göz dolduruyor. Ancak günün sonunda The Bear, yine de Carmy’nin öyküsü. Sandviç dükkânı The Beef, yavaş yavaş The Bear adındaki üst düzey restorana evrilecek ve dizinin her karakteri de bu süreçte işinde daha iyi olmak için kendine yatırım yapacaktır. Başarılı olmak için verilen kişisel ödünler, bir işe tüm yüreği ve aklı koymanın duygusal bedelleri ise çok ağırdır. The Bear’de dış dünyaya açık olmanın dönüştürücü etkisine de vurgu yapılır. Carmy, hikâyenin bir yerinde terapi grubuna “Eğlenmek ne demek?” diye Google’da aradığından bahseder. “Şu anda bir lokanta açıyorum,” diye devam eder, “bu da sıfır eğlence demek.”
Yeni sezonda mutfağın getirdiği adrenalini yüksek kaos, sporda görülen takım ruhuna eş değer olarak sunulur. ‘Every Second Counts’ (Her Saniyenin Önemi Var) diye yazar mutfağın duvarında. Mutfakta bir çalışma alanından diğerine dönmek için sadece beş saniyeniz vardır. Ocaklar yerleştirilirken uzun uzun bunun zamanlaması yapılır. Tıpkı Olimpiyatlar’a hazırlanan bir sporcunun saniyeleri indirmeye çalışması gibi, Carmy kronometre eşliğinde prova yapar.
The Bear, sürekli sinirli ve gergin şef klişesini yerle bir ederken ‘yemek pornosu’ diye bilinen aşırı estetik yemek görüntülerinden de vazgeçmiyor. Bol etli sandviçler, akışkan çikolata soslu pastalar, capcanlı renkte deniz mahsulleri ve bir sanat eseri gibi tabağa yerleştirilen tatlılar diziyi aynı zamanda bir yemek şöleni yapıyor ancak hikâyenin derinliğine zarar vermiyor. Televizyonlardaki onca bayat yemek pişirme programının ve düzeyi düşük reality şovun aksine The Bear, popüler kültür dünyasına taze bir soluk getiriyor.