Hava siyaha kesti. Patladı patlayacak, diyordu içinden. Ağaçların yeşili dışarının ışığında belli belirsiz kıpırdanıyordu.
Uzanmış gölgeler siyahın içinde ayrık ayrık göze görünüyordu.
Yattığı yerden görebildiği ayağının parmakları, röntgen filminden çıkmış gibiydi.
Manş’ı geçmiş diyordu tanıdık ses. İskoçya–İrlanda arasındaki Kuzey Denizi’nin soğuk sularında kulaç atmayı düşünmek içini bir an ferahlatır gibi oldu.
Bir boğaz geçişi ve bir dünya rekoru. İnsanoğlunun bir mucizesi daha…
Başı ayakta durmasını engelleyecek kadar dönüyordu. Yastıkları üst üste yığıp kendini dar atmıştı kanepeye. Hayattaydı, düşmemişti, bayılmamıştı. Gözleri görüyor, kulakları duyuyordu. Duyduğu mucize haberiyle az önce aramayı düşündüğü doktoru düşündü.
“Haberim olsun,” demişti, “her olumsuz durumdan.”
Dünya çapında bilinen, yöntemleri kabul görmüş bir hekimdi ve değme çılgınlardandı.
Kafasına eser, asansörde aşağıya inerken ansızın buralardan gitmek, yarım yamalak çarpan kalpleri onarmaktan kaçmak, engin sularda tek başına yelken açıp bilinmez kıyılara el sallamak dayanılmaz isteği olurdu.
Çift direkli yelkenlisini hazırlayıp çıkışını yapacağı koyda son akşam yemeğini yemişliği, masadan kalkarken de ısmarladığı yedi somun ekmeği kadim denizci geleneği olarak yanına almayı eksik etmediği, yelkenlerini basarak kıyıdaki sıkıntılarına, darallarına el salladığı hocanın efsanelerinden söylencelerdi.
O doktor, ayağa kalkamayacak kadar pamuk ipliğiyle dünyaya, yaşama, kâinata bağlı kendisini ne için iyileştirecekti ki… Niye iyileştirsindi ki…
Kafasında evirdi çevirdi, yaşamasının anlamını sordu, soruşturdu. Sadece yastık tümseği üzerinde yatıyordu başı. Bedeninin geri kalanı yok gibiydi…
Kuzey Denizi’nin buz gibi çağıldayan akıntılı sularına meydan okuyan genç yüzücü bir kıyısından atladığı suyun öte yanından çıkmayı başarmıştı.
Hayatları arkası arkasına kurtarıp üst üste moloz yığını gibi yığan cerrah, bilinmeyen okyanuslara yelken açıyor, aç kalmamak için yakaladığı iri balıkları bir neşter vuruşuyla öldürüp onunla besleniyor, buna da tıpkı hastalarına sunduğu mücadele gibi ‘hayat’ diyordu.
Bilinmezi çok, sürüp giden hayatsa aralanan karanlığın, kasvetli bulutların buğusunun hissettirdiği yapış yapış neminin arasında şimdi de balıkçı Nigâr’ın önce seslenmesini ardından da görüntüsünü getirmişti işte, camlı teras kapısına.
Nigâr burnunu yapıştırmış içeri bakıyor, gözleriyle aranıyordu. Dudaklarının kapatmayı bir türlü başaramadığı ön dişleri hep gülüyormuş hissiyle aydınlatıyordu yüzünü.
Yine balık getirmişti besbelli. Dolabın içi lebalep balık doluydu ama, Nigâr getiriyor, o da almayı sürdürüyordu.
Çünkü Nigâr her günün hikâyesiyle geliyor, terastaki bahçe musluğunun altına çömeliyor, hem damın gölgesinde kavurucu güneşten uzaklaşıp serinliyor, hem de akan suyun ferahlığıyla balıkları pirüpak temizliyordu.
Tüm bu zamanda da içinin hüzün tortularını da bırakıyordu sızan musluk suyunun girdabına, hepsi birlikte gider deliğinde dönene dönene yitip gidiyorlardı.
Bir dizi kırmızı barbundu bu sefer kısmetine çıkan. Misinayı sallıyordu Nigâr, camın ardından. Geri çevirmek hiç olmazdı. Balıktan gün be gün fakirleşmiş denizi küstürmek olmazdı.
O da başının dönmesini bir maestro gibi yöneterek ayağa kalkıp ağır adımlarla yaklaşırken Nigar’ın gülmediğinin, aksine ağladığının ayırdına varıyordu şimdi.
Göz yaşları süzülüyordu güneş yanığı teninden balıkçı kızın, dişlerine inatla dudakları acıyla bükülüyor muydu ne?…
O kapıyı açtı, Ayşe bol desenli basmadan, rengi atmış şalvarının sağ paçasını sıyırmış, devasa yanığını gösteriyordu.
İçi sarı su doluydu yanık yarasının. Başının dönmesi şimdi de midesinin bulanmasıyla birleşmişti neredeyse.
“Amaaaan,” diye yankılandı sesi. “N’oldu sana böyle?..”
“Ali beni yaktı görüyor musun ablaaa…”
Üstü tokalı, ünlü ortopedik markanın taklidi terlikli, topuğu şahrem şahrem çatlaklı ayağını yana doğru çevirince bilek kemiğinin üzerindeki koca su toplağına bakmak için eğildi, tam da Nigar’ın beklediği etkiyle hem de…
“N’olmuşsun öyle?” diye çığlık attı. Sabahın sessizliğinde sesinin telaşı daha büyük bir telaşın içinde boğuldu gitti.
Güneş marsığı kahverengi ayak, birden gün görmemiş bacağın has renginden ayrı düşmüş, yanık bilek daha bir acılı görünüyordu şimdi.
Ortası kırmızı, çevresi yara sarısı suyla dolu iri kabarcıklar içini limon ekşisi gibi burdu.
Nigâr biraz önce salıverdiği gözyaşlarını arkası arkasıya yuvarlarken bir yandan da Işık Ablasının şaşkınlığını oracıkta tutmak için soluksuz anlatıyordu dur durak vermeden.
“Denizden dönüyorduk abla. Gün ışımış, çayı ocağa koymuştuk. Bir yandan da oğlanı doyurmak için yağı kızdırıyordum, patatesleri kızartacaktım. Demeğe kalmadan yağ alevlendi. Ali’de tuttuğu gibi tavayı üstümden denize fırlattı.”
“Yine Ali…” dedi hüzünle ve isyanla fısıldar gibi Işık Ablası.
Kocası Ali’nin sonu gelmez eziyetlerinden yenisiydi işte. Psikopat Ali Nigâr’a işkence etmek için elinden geleni ardına komaz, hiçbir fırsatı kaçırmazdı.
Kaynanası, “Amaaan ne varmış, bağırma öyle sabah sabah,” diye söylenmişti Alisine her zamanki gibi arka çıkıp, oğlundan üç yaş büyük gelinine. Dua etsin onu oğluna almıştı da felçli babasının kâbus evinden kurtarmıştı. Ali yarım akıldı olmasına da zeytinlikli arsalar tastamam onlarındı.
Balık dizili misinayı mutfak lavabosuna attığı gibi koşup banyo dolabından gazlı bez tomarını getirdi. Nigâr da bastı yanığın üstüne. Şalvarının bol paçasını şimdi daha rahat indirmişti.
“Hemen eczaneye git, Minnoş sana pansuman yapıp yanık merhemi sürer, acını alacak ilaç da verir.”
Nigâr arkasına Işık Ablasının desteğini alıp rahatlamıştı, bahçenin taflanlarına dayadığı bisikletine atladı, köşeyi döndü, gözden yok oldu.
İçinin yatışmasını beklerken alnını camın serinliğine dayadı, gözleri şıkırdayan denize daldı gitti.
Belli ki, zaten günahı kadar sevmediği kocasının bu yaptığına çok ama çok içerlemişti Nigâr.
Ali kendisinden üç yaş küçüktü. Bile bile vermişti ailesi onu eksik akıl deliye.
Kıştan bahara çıkarken bir geldiklerinde uzun uzun anlatmıştı.
Evlerin ilk açılanında o, yazın kısmetini deniyor, satmayı becerdiği balıkları usulünce temizliyor, pullarını bıçağın tersiyle yanar döner deriden sıyırıyor, bir yandan da elinin her deviniminin ahenginde alçalıp yükselen sesiyle anlattıklarına kan-can-ruh katıyordu.
Güneşin iyice ısıttığı ama gölgelerin hâlâ üşüttüğü bahar bitimi günlerinde Nigar’ın tutkunu olmuştu, balıkların müşterisi olduğu gibi.
Önceleri almakta nazlandıkları balıkları artık hemencecik alıyor, Nigâr eksik etmediği günlük site turunu tamamlayıp geri dönüyor, o da yeni hikâyelerin beklentisiyle temiz kap kacakları ve balık içleriyle dürülüp atılacak okunmuş gazete tomarını hazır ediyordu.
Nigâr da kovasını bahçe musluğundan doldurarak çömeliyor, başlıyordu anlatmaya. Anlattıkları kendisi, kocası, oğulcuğu, kaynanası, kaynatası, kendi annesi, babası ve kardeşi Melek’ten ibaretti.
Babası inmeliydi, anası ona bakıyordu. Oğlu sekiz yaşındaydı ve gazete okumayı seviyordu. Öğretmeni, “Senin oğlun hem akıllı hem de çalışkan,” demişti de Nigâr pek sevinmişti. Oğlu okurdu belki ve kendini kurtarırdı.
Tekneye bu kış çok masraf yapmışlardı, borçları kapatacak balık çıkmıyordu artık. Bazen de sabaha kadar uğraş didin, kılıç ağları parçaladı mı olan da gidiyordu gerisin geri.
Ayıklanmışları koymak için getirdiği altı kalın, döküm sahanı pek beğenince Nigâr, yoksulluk hikâyesinin ezdiği içiyle, “Al senin olsun,” demişti Işık Ablası.
“Almasam darılır mısın? Adı batasıca kaynanam tuttu mu karşıya kadar fırlatıveriyor, el âlemin döküntülerini toplayıp getirme demiyor muyum sana, diye zılgıtı geçiyor,” diyerek dert yanmıştı.
Kocası Ali ne satışa çıkıyor ne tekne temizliği yapıyor ne de ağların onarımına, toparlanmasına elini sürüyordu. Her şeyi ama her şeyi Nigâr yapıyordu.
Nigâr’ın bir tek lüksü, bin evlik siteyi bisiklet tepesinde dolaşıp balık satmak, döndüğünde hazırlanmış sofraya kurulmaktı.
“Sinir hastalığı var abla,” demişti kocasını anlatırken. “Neye sinirlenip parlayacağı belli olmuyor, dellendi mi yakıp, yıkıp, kırıp geçiyor varı yoğu.”
Nigâr üç yaş büyüktü ya Ali’den. Kaynanası, “Zaten büyüksün!” lafını yapıştırınca kusurun büyüklüğünü anlayamasa da suçmuşçasına yapışıp kalıyordu oracığa. Işık Ablası “Neden?” diye sorunca, gözlerini devire devire düşünmüş kalmış, verecek yanıtı bulup çıkaramamıştı ağzından.
“Ama bak kayınbabam iyidir ha,” derken dişlerini örtemediği dudaklarında gepgeniş bir gülümseme belirir, sesi yumuşar giderdi.
Nigâr’ın iç daraltan yoksulluk ve acı hikâyeleriyle geçen ilk yaz bölümü bitmiş, Işık Ablalar kente geri dönmüşlerdi.
Sonra sarı yaz tatilinde açılmıştı bir daha tahta panjurları. Denizin ışığı daha bir allı pullu, güneşin boyası daha bir sarı olurdu o yaz döngüsünde.
Nigâr yine terasta bitmiş, Işık Abla’nın geri çeviremediği dikenli iskorpitleri ayıklarken, “Siz gittiniz, deniz daha bir küstü, balık malık hak getire. Bunlar sizin kısmetiniz,” demişti.
Yorulmuş yazın ertesi, daha ertesi günlerinde “yemesen de at buzluğa, dondur” emr-i vakilerine bu kez kararlı karşı koymasıyla Nigâr’la arasındaki karşı konulmaz evrilişle yapış yapış olan yakınlık ansızın serinleyivermişti.
Kendiliğinden oluvermiş dostluğun kırılıp dökülmesine gönlü razı olmamıştı. Sabahlardan birinde tam denizden çıkmış eve yürüyorken bisikletinin tepesinde yoldan geçen balıkçı kadına seslenmiş, neden görünmediğini sormuştu.
“Yok valla abla, ben senin evinin önünden geçerken hep bakınıyorum, sen görünmüyorsun terasta,” demişti.
Bir sarı yazdı işte.
Manş’ın Kuzey İrlanda kıyısından boğazı geçip karşı ülkeden çıkarak dünya rekoru kıran Ayça şampiyon olmuş, yedi somun ekmeğiyle çift direkli teknesinin yelkenlerini fora eden cerrah kıyıya yanaşmadan dünyayı dolaşırken okyanusta direği kırılıp geri dönmüş, oğluşu fen lisesini kazanıp anasının talihini kırmış olsa da bileği puf böreği gibi yanmış Nigâr deli Ali’den şiddet görmeye devam ediyordu.
Kendisi ise son panjuru da kapatarak çıkıp bir daha geri dönmemek kalıyordu.