Söyleşi: Hüner Buğdaycıoğlu

Fotoğraflar: Tuğba Taş

Hayatın Taklidi Dünyanın Derdi ve Başka Bir Dünyadan Şarkılar, akademik sinema eğitiminin Türkiye üniversitelerindeki öncü ismi Nilgün Abisel’e armağan kitaplar olarak yayımlandı. Ortak bir çalışmanın ürünü olan kitaplarda, Murathan Mungan, Fatih Özgüven, Neveser Köker, Umut Tümay Arslan, Nur Betül Çelik, Eser Köker, Emrah Öztürk, Zehra Çelenk, Aykut Çelebi, Nejat Ulusay, Adrian Ada Ossmann, Meral Özbek, Ülkü Doğanay, Aksu Bora, Sevilay Çelenk, Tuğba Taş, Burcu Sümer, Oğuzhan Taş, Sevgi Can Yağcı Aksel, Nezih Erdoğan, Rukiye Karadoğan, Kurtuluş Kayalı, Ahmet Gürata, Pembe Behçetoğulları, Funda Şenol, Ali Karadoğan, Levent Köker, Uygur Kocabaşoğlu, Aysun Akan, Murat İri ve Emrah Özen’in yazıları yer alıyor. Bu iki değerli kitabı, bir okur olarak, yayıma hazırlayanlardan Nejat Ulusay’a sordum. 

Armağan kitap nedir ile başlayalım…

Armağan kitap, bilim, kültür, sanat ve medya alanlarında başarılı kişilere, 60’ıncı, 70’inci, 75’inci yaş günlerinde ya da emekliliklerinde sunulan, kimi durumda ise ölümlerinden sonra hazırlanan derleme kitap çalışmasıdır. Bu çalışma, armağan edilecek kişinin adına düzenlenmiş bir toplantı, kongre ya da sempozyumda yapılan sunuşların kitaplaştırılmasından da oluşabilir, doğrudan bir kitap projesi olarak da gündeme gelebilir. Akademide, armağan edilecek öğretim üyesi için hazırlanan kitap, o kişinin öğrencileri, meslektaşları ve dostlarının özgün katkılarını içerir ve bir ya da daha fazla sayıda ciltten oluşur. Ancak bu konuda sıra dışı örnekler de mevcut. Örneğin Alman tarihçi Joseph Vogt’un 75’inci yaşını kutlamak üzere 1972’de başlatılan ve dört cilt olarak planlanan armağan kitap projesi, Vogt’un ölümünden sonra da sürerek 89 cilde ulaşmış.  

Kökeni Almanya’ya dayanıyor, tarihsel sürecinden de bahsedelim mi?

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanya’da başlamış olan bu gelenek, Nazi rejimi döneminde sürgün olan bilim insanları tarafından ABD’ye taşınmış ve 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında uluslararası bir pratik haline gelmiş. Bu pratik, Almanca Festschrift olarak anılıyor. “Kutlama yazısı” ya da “kutlama yayını” anlamına gelen kavram İngilizcede de, genellikle yabancı bir terimi belirtmek için başvurulan italikler olmadan, aynen kullanılıyor. Festschrift, özellikle bir akademisyeni onurlandırmak üzere hazırlanan bir kitaba karşılık olan bir kavram.

Armağan kitap, başka bir yerde bulamayacağınız metinlere, bilgilere ulaşma imkânı sağlar.

Armağan kitaplar için farklı bir okuma deneyiminden söz edecek olursak bunu nasıl tanımlarız? 

Bir okur olarak, armağan kitapların birçok açıdan değerli, ilgi çekici ve heyecan verici çalışmalar olduğu görüşündeyim. Bir kere, bir armağan kitap ilgi duyduğunuz bir alan üzerineyse, size, belki başka bir yerde bulamayacağınız uzmanlık taşıyan metinlere ulaşma şansı tanır. İkincisi, bu kitaplar aynı zamanda ve kısmen de olsa birer biyografi örneğidir. Bazı armağan kitaplarda, armağanın sunulduğu kişinin biyografisi ve eserlerinin dökümünün yanı sıra kendisiyle yapılmış bir söyleşiye de yer verilebilir ki bu, kitabı daha da zenginleştirir. Bu nedenle, bir insanın oluşumunu, inşasını özetleyen bir başarı hikâyesi gibi de okunabilirler. Gene kısmen, katılımcıların kişisel yorumları, aktardıkları anekdotlar ve bazen kimi mektuplaşma örneklerinin de eklenmesiyle küçük bir anı kitabı özelliği de taşıyabilirler. Ayrıca armağan kitapların bir güzelliği daha varsa, o da bence bir ortak çalışma ürünü olmalarıdır. Bu hem kitabı hazırlayanlar hem de katkıda bulunanlar açısından sinerji oluşturabilecek bir ortaklıktır.

Avusturyalı bir sanat tarihçisine adanmış çeviri dışında, okuduğum ilk yerli armağan kitap Oğuz Atay için yazılmıştı. Armağan kitap geleneğinin Türkiye’de de yaygınlaştığını söyleyebilir miyiz?

Bana kalırsa söyleyemeyiz. Türkiye’de, çeşitli alanlarda emek vermiş akademisyenler için hazırlanmış armağan kitaplar var. Bunların bir kısmı spesifik olarak tıp ve mühendislik gibi belli disiplinlerde uzmanlaşmış yayınevleri tarafından çıkarılmış kitaplar. Edebiyat ve diğer kategorilerdeki eserlere kataloglarında yer veren tanınmış yayınevleri de zaman zaman armağan kitaplar yayımlıyor. Bu çerçevede, örneğin edebiyat alanında senin de okuduğunu söylediğin Oğuz Atay’a armağan kitabı anmak gerekir. Edebiyatçılara armağan kitaplara Peride Celal, Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Kudret Aksal,  Attila İlhan, Selim İleri ve Tezer Özlü için olanları da ekleyelim. Medya alanında, gazeteci Uğur Mumcu, gazeteci ve yayıncı Şevket Evliyagil, radyo-televizyon yayıncısı, yazar ve öğretim görevlisi Mahmut Tali Öngören aklıma geliyor şu anda. Sosyal bilimlerde İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Sina Akşin, Hasan Ünal Nalbantoğlu, Korkut Boratav, Muzaffer Şerif, Mete Tunçay, Mehmet C. Ecevit, Erol Mutlu, Muazzez İlmiye Çığ, Mübeccel Belik Kıray, Nermin Abadan Unat ve Meral Özbek, hatırladıklarım… Hatta Nermin Abadan hoca için iki armağan kitap yayımlandı. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları’nın armağan kitaplar serisinin de bu çerçevede önemli bir katkı olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Vakfın, kendilerine armağan kitaplar sunduğu akademisyenler arasında Mümtaz Soysal, Cevat Geray, Bahri Savcı, Sadun Aren, Bilsay Kuruç, Tuncer Bulutay, Ömür Sezgin ve Seyhan Erdoğan gibi hocaları sayabiliriz.

Güzel sanatlar alanında Filiz Çağman, Zeren Tanındı, Selçuk Mülayim ve Canan Parla’ya armağan kitapları sayabiliriz. Akademik film çalışmaları alanındaki ilk armağan kitaplar ise Oğuz Onaran ve Seçil Büker için gerçekleştirildi. Gene sinemayla ilgili özel bir çalışmayı da burada anmak isterim. Murathan Mungan, Fatih Özgüven, Ünsal Oskay, Perihan Mağden, Tuğrul Eryılmaz, Taner Ay ve Agah Özgüç’ün katkılarıyla, Arslan Eroğlu’nun yayıma hazırladığı, siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarla bezenmiş, büyük boy ve şömiz ciltli Türkan Şoray kitabını, oyuncuya sunulmuş güzel bir armağan olarak tanımlamak mümkün.

Bir de üniversitelerin kendi bünyelerindeki yayın birimleri tarafından çıkarılan,  örneğin Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin Yıllık başlıklı akademik dergisinin özel sayıları gibi armağan kitaplar var. Bunlara güzel sanatlar, mimarlık ve arkeoloji gibi alanlarda yayımlanmış derlemeleri de ekleyebiliriz. Evet, bütün bunlar güzel, ama bu durum armağan kitap geleneğinin Türkiye’de yaygınlaştığı anlamına gelmiyor. Bu kategorideki kitaplar için daha iyi tanıtım yapılmalı ve daha fazla görünür olmaları sağlanmalı…

Oysa referans verilebilecek metinlerden oluşan bir tür kaynak kitap özelliği taşıyor, neden yaygınlaşmamış olabilir? 

Armağan kitaplar, dünyada da bizde de yayıncıların uzak durdukları projeler. Bazen proje için toplanan yazıların, konularıyla ilişkili olarak ve tematik açıdan bir bütünlük, bir odak oluşturamaması durumu, yayıncıların mesafeli yaklaşımlarının nedenlerinden birisini oluşturuyor. Okur açısından ise genellikle yanlış bir algı söz konusu. O da şöyle; armağan kavramı okurda, bu tür kitapların, katılımcıların kendi meslektaşlarına övgü dolu sözler içeren ya da kişisel anılarını anlattıkları metinlerden ibaret bir toplam olduğuna ilişkin bir izlenime neden oluyor. Bunun da satışlar üzerinde olumsuz bir etkisi var. Bu nedenle armağan kitapların, meseleye ticari açıdan bakmamasını beklediğimiz kamu üniversiteleri tarafından desteklenmesi hem bu yayın türüne yaygınlık kazandıracak hem de akademik çalışma ortamına hareketlilik getirerek farklı alanlarda yazılmış makaleler için bir birikim oluşturacaktır. Vakıf üniversitelerinden de benzer bir katkı beklenmelidir ki, ülkemizde bunun örnekleri mevcuttur. Ancak asıl görev kamu üniversitelerine düşüyor. 

Noam Chomsky’e 70. yaş armağanı: e-kitap

Armağan e-kitaplarla da karşılaşıyoruz. Umberto Eco, “Internet’in de gelecekte ortadan kaybolacağını tahayyül edebiliriz” diyor. Bence de bir tuşla bütün külliyat silinebiliyor ya da erişim engeli, sansür getirilebiliyor. Kitaplarımızdan, kütüphanelerimizden vazgeçmeyelim.  

Internet’in gelecekte ortadan kaybolup kaybolmayacağını bilemem ama “kitaplarımızdan vazgeçmeyelim” çağrına gönülden katılıyorum. Bu konuda biraz muhafazakâr bir noktada mıyım, ondan da emin değilim. Nilgün hocaya armağan kitabımızı koşullar nedeniyle bir web sitesi marifetiyle okura ulaştırmak zorunda kalmak doğrusu proje sürecindeki en büyük endişemdi. Armağanımızı ‘sanal’ değil, ‘gerçek’ bir kitap olarak görmek, dokunmak, okumak istiyorduk. Ancak kitapları sanal dünyada okurla buluşturmak, hiç buluşturamamaktan elbette daha iyi bir çözüm olacaktı. Örneğin Amerikalı arkeolog Randall H. McGuire, 2014’de bir armağan kitap üzerine kaleme aldığı değerlendirme yazısında, bu alandaki yayıncılığın ölmekte olduğunu ileri sürmüş ve bu tür çalışmalar için en uygun mecra olarak Internet’i adres göstermişti. Ancak basılı kitapları okumak için hâlâ bir talep olmalı ki, McGuire’ın bu öneriyi yaptığı yıldan günümüze, yalnızca İngilizce olarak bile çok sayıda armağan kitap yayımlandı. Aynı zamanda, Internet sayfalarına yüklenen armağan kitaplar da daha o yılların öncesinde boy göstermeye başlamıştı bile. Internet’te derlenen ve yayımlanan bir armağan kitabın Webfestschrift olarak anıldığını da bu arada belirtelim. Dünyaca ünlü dilbilimci Noam Chomsky için gerçekleştirilen armağan kitabın hikâyesi bu bağlamda ilginç bir örnek oluşturuyor. Chomsky’nin eski öğrencilerinden Janet Fodor ve kendisi gibi dilbilim alanında çalışan Profesör Samuel Jay Keyser. Chomsky’nin 70. doğum günü için nasıl bir kutlama yapabileceklerini konuşmak üzere bir araya gelirler. Chomsky’nin dostları, meslektaşları, öğrencileri ve hayranlarının sayısı binleri bulmaktadır. Bu durumda, orada olmak isteyen herkesin davet edilebileceği bir etkinlik düzenlemek zor olacaktır. Chomsky ayrıca geleneksel törenler ya da doğum günü partileri gibi etkinliklere sıcak bakan biri değildir. Sonunda Profesör Keyser, bir web sitesinde yayımlanmak üzere yazılı katkı talep edilmesini önerir. Makaleler ve iyi dilek mesajlarından oluşacak koleksiyon, Britannica Ansiklopedisi büyüklüğünde olacaktır. Noam Chomsky için hazırlanan armağan, muhtemelen ilk Webfestschrift örneğidir.

Nilgün Abisel’e armağan kitaplar birkaç kuşak bir araya gelerek hazırlandı.

Nilgün Abisel’e armağan kitap projeniz nasıl tasarlandı?

Nilgün Abisel’e armağan kitapların derleyenleri olarak ben ve sevgili arkadaşlarım, meslektaşlarım Umut Tümay Arslan, Pembe Behçetoğulları ve Ali Karadoğan, Abisel’in öğrencileriyiz. 2019 yılının aralık ayında, isimleri daha önceden belirlenmiş olan katılımcı dostlarımıza bir davet e-postası gönderdik. Davetimiz büyük bir ilgiyle karşılandı. Zaman içinde projeye yeni katılımcılar da eklendi. Bu ilgi bizleri heyecanlandırdı, sevindirdi. Armağan kitap, klasik formatta olacak, yani Nilgün hocanın meslektaşları, arkadaşları ve öğrencilerinin yazılarını içerecekti. Ancak kitaba, hocanın öğrencisi olmamış daha genç isimler de katkıda bulundular ve böylece birkaç kuşak bu proje aracılığıyla bir araya gelmiş oldu.

Proje salgın dönemine denk geldi. Süreç boyunca editörler olarak çevrimiçi buluşarak, her konuda ve her aşamada görüş alışverişinde bulunduk, tartıştık ve yazıların belli bir akış çerçevesinde sıralanmasından bölüm başlıklarına ve kapak fotoğraflarına, her konuda birlikte karar verdik. Yazıların toplanması ve redaksiyonlarının tamamlanmasından sonra kitap için tek cilt formatında ve üç bölüm içeren bir öneri dosyası hazırladık. Dosyayı önce İstanbul’daki bazı yayınevlerine gönderdik. Bir kısmından yanıt gelmedi. Geri dönenler ise bu tür kitapların satmaması, dosyadaki metinlerin bütünlük oluşturmaması ya da kendi kataloglarında sinema kitaplarının bulunmamasının satışları olumsuz yönde etkileyeceği gibi nedenlerle yayımlayamayacaklarını belirttiler. Daha sonra Ankara’daki yayınevlerinden bazılarıyla görüştük. Sonunda, kataloğunda sinema kitaplarının da yer aldığı Dipnot Yayınevi projeyi kabul etti. Kitabı tek cilt olarak tasarlamıştık ancak yayınevinin yerinde önerisiyle iki ayrı cilt olarak yayımlandı. Başlangıçta itiraz ettiğimiz iki cilt önerisi, yazıların konularına göre belli bir bütünlük içinde kitaplara dağıtılması çerçevesinde bize de kolaylık sağladı. Tek cilt olsaydı yüksek bir fiyata satılmak zorunda kalınacaktı. İki cilt ise hem kitapların fiyatlarını düşürecek ve böylece satışlarını görece kolaylaştıracak, hem de kitaplar bir ya da iki ay arayla raflardaki yerlerini alarak birbirlerinin tanıtımına katkıda bulunacaklardı. Döviz kurlarındaki yükselişe bağlı olarak kâğıt fiyatlarındaki hızlı artışa ve armağan kitapların popülerlik, dolayısıyla satış açısından sahip olduğu kötü üne rağmen projemizi okurla buluşturan yayınevinin gayretini takdirle anmak gerekiyor. Bu vesileyle, arkadaşlarım ve ben Dipnot’a bir kez daha teşekkür ederiz.

Sunuş yazılarında “Ankara kitabı’” ifadesi yer alıyor. Kitapların Ankara ile bağını sorayım.

En başta Nilgün Abisel ”doğma büyüme Ankaralı” ve Ankara’da yaşıyor. Kitapları yayıma hazırlayanlardan ve yazılarıyla katkıda bulunan dostlarımızdan büyük bir bölümü Ankara’da ikamet ediyor. Geriye kalanların neredeyse hemen hepsi, geçmişte uzun yıllar Ankara’da yaşamış kişiler. Bence Ankara, başka özelliklerinin yanı sıra bir üniversite şehridir. Sevgili Murathan Mungan, Ankara’yı iyi bir çalışma odasına benzetir. Şehrin derli toplu olması, ulaşım kolaylığı, kütüphaneleri bu oda benzetmesine katkıda bulunur.  

Ankara’ya 1970’lerin ortasında geldim. O dönemde Ankara kültür-sanat açısından çok canlıydı. Örneğin Kızılay’daki, çoktan kapanmış olan Sanat Kurumu ve Sanatsevenler Derneği’nin etkinliklerinin takipçilerindendim. Keza tiyatro oyunlarının sahnelendiği ve film gösterilerinin gerçekleştirildiği Kavaklıdere’deki Çağdaş Sahne de söyleşi ve açık oturumlara kapılarını açmıştı. Kızılay’da, Bilgi Kitabevi ile hâlâ ayakta olan ve şehrin alamet-i fârikalarından biri haline gelen Dost Kitabevi, sıklıkla uğradığım yerlerdi. Kızılay’daki bir başka önemli sanat mekânını, Devlet Tiyatroları’nın en sevdiğim salonlarından Yeni Sahne’yi de anmak isterim. Bu küçük ve güzel tiyatro salonu da ne yazık ki çoktan yıkıldı. Ankara Sanat Tiyatrosu’nu da belirtmeliyim. Daha sonra Sanatevi de bu canlı kültür-sanat ortamına katkıda bulunan kurumlardan biri oldu. Tabii Ankara’nın dört bir yanındaki sinemalar… Henüz şehir merkezinden ve semt caddelerinden alışveriş merkezlerinin üst katlarına taşınmamış, birbirinin tıpatıp aynısı olmayan sinema salonları… Her birinin kendine göre bir çekiciliği bulunan Büyük Sinema, Kavaklıdere, Nergis, Dedeman, Akün, Arı, Çankaya, Batı, Talip, Ses, Menekşe, Derya, Konak ve Bahçelievler On sinemaları… Fransız, Alman Goethe Enstitüsü, İngiliz, Amerikan, İtalyan kültür merkezlerinin gerçekleştirdikleri düzenli film gösterilerine tam da burada değinmek isterim. Bu kültür merkezlerinde gösterilen filmler, ticari sinema salonlarında izleme şansını bulamayacağımız yapımlardı. Bir tür sinematek ya da sinema kulübü hizmeti sunuyorlardı bu kurumlar. Sanat galerilerini de unutmamalıyız elbette… Bir de bir kısmı artık hayatta olmayan ve bir kısmı daha sonra İstanbul’a yerleşen, dönemin Ankara’daki şair ve yazarlarını da bu çerçevede anmak isterim: Bilge Karasu, Attila İlhan, Gülten Akın, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Selçuk Baran, Nazlı Eray, Metin Altıok, Memet Baydur, Haydar Ergülen, Ahmet Telli, Ahmet Erhan, Adnan Azar, Murathan Mungan…   

Nilgün Abisel’i işte bu yıllarda tanıdım. Kendisi benim için, yirmili yaşlarının sonunda, genç bir akademisyen olarak birikimli, tecrübeli, ciddi, mesleğinde sanki daha ilk günden kıdemli, sağlam bir duruş sergileyen ve az önce tasvir ettiğim entelektüel ortamın bir parçası gibi düşündüğüm bir figür oldu ve bu hiç değişmedi. 

Türkiye’de film endüstrisinin işleyişini bu kadar kapsamlı irdeleyen başka bir çalışma hâlâ yok.

Nilgün Hoca, akademik çalışma alanını kendi kendinin hocası olarak kuruyor. O süreci biraz paylaşalım mı? Çünkü tüm çalışmaları gibi, başlangıç yolculuğundan da alınacak çok ders var.

Nilgün Hoca, akademik sinema eğitiminin Türkiye üniversitelerindeki kurucu ismi. Kariyerine başladığı dönemin koşulları göz önüne alındığında, deyim yerindeyse, evet, kendi kendinin hocası olmuş bir akademisyen. Türkiye’de sinema yayınlarının yeterli olmadığı, üniversite kütüphanelerinin bu alanla ilgili kitap ve dergiler açısından sınırlı kaldığı, görsel malzemeye ulaşmanın bugüne kıyasla çok zor olduğu bir dönemde tezini tamamladı ve ders vermeye başladı. Yerli film dağıtımcılarının arşivlerinden, yabancı ülkelerin kültür merkezlerinin kütüphanelerinden, aynı kurumların sağladığı filmlerden yararlandı, bunlardan ders malzemesi oluşturdu. Televizyon dışında şimdiki olanakların hiçbiri yoktu o yıllarda. 1980’lerin başında videoteyp, videokaset teknolojisinin gelişiyle durum biraz farklılaştı.

Abisel, başlangıçta ‘Sinematografinin Temel Kavramları’ ve ‘Sinema Tarihi’, ardından ‘Film Türleri’, ‘Türk Sineması’, ‘Film Analizi’ ve ‘Film Kuramı’ gibi lisans ve lisansüstü dersleriyle, akademik sinema eğitimi programının çerçevesini genişletti. Böylece sinema tarihinden popüler sinemaya, film yapımı, film analizi ve film kuramından yerli sinemaya, alanla ilgili hemen her konu bu programın bir parçası hâline geldi. Tezi, Yeşilçam döneminde film endüstrisinin durumu üzerineydi. “Türk Sinemasının Yapısal Sorunları ve İşleyişi” başlıklı bu tezin ampirik bir çalışma olarak, bildiğim kadarıyla, mesela daha sonraki dönemlerde film endüstrisinin işleyişini irdelemek amacıyla yapılmış bir benzeri hâlâ yoktur. Abisel’in çalışmalarında, Türkiye sinemasının her zaman önemli bir yeri oldu.

Hayatın Taklidi Dünyanın Derdi ve Başka Bir Dünyadan Şarkılar…

İlk kitap, Hayatın Taklidi Dünyanın Derdi: Film Çalışmalarında Güncel Yaklaşımlar. Kitabın başlığı içeriğe dair epey ipucu veriyor. Geniş konu yelpazesiyle dünyanın bütün dertlerini sinema üzerinden okuyoruz…

İlk kitapta, sinemayla ve filmlerle kişisel olarak kurduğumuz ilişki üzerinde duran, dünya sinemasını merkezine alan, sinema ile politika arasındaki ilişkiyi irdeleyen ve bir kısmı kuramsal olan metinler yer alıyor. Kitapta, dünya sinemasından birbirinden farklı filmleri, aşırı-yorum kavramı ve Jung’un arketipler kuramı, sınıf ilişkileri, gazetecilik etiği, film restorasyonu, bellek olgusu ve temsilin etiği gibi belli bağlamlar üzerinden irdeleyen; seyircilik deneyimini ve film izleme mekânları ve mecraları aracılığıyla keşfettiğimiz filmleri gündeme getiren; sinema oyuncuları ve film müzikleriyle kurduğumuz bağları, sesin ve sessizliğin sinemadaki yerini ele alan; akademik eğitim meselesine, Pose adlı diziye, bir dönemin kült filmlerinden Karanlığın Gölgesi’ne (Don’t Look Now), BTS grubunun müzik videolarına, İngiliz aktör Colin Firth’in hayat hikâyesine ve oyuncu kimliğine odaklanırken, Nilgün hocayı merkezlerine ustalıkla yerleştirerek dertlerini anlatan, sinema ve şehir ilişkisini tarihsel bir bağlamda tartışan; Hollywood sinemasındaki ırk ayrımcılığının izini süren ve barış sineması üzerine düşünen yazılar bulunuyor. Kitapta ayrıca Macar kadın yönetmen Márta Mészáros ile yapılmış bir söyleşi yer alıyor.     

İkinci kitabın başlığı tanıdığım Nilgün Hoca’yla çok örtüşüyor. Kendisi de bir başka dünyadan şarkı gibidir. Başka Bir Dünyadan Şarkılar: Sinema ve Türkiye Sosyolojisi hangi konulara odaklanıyor?

İkinci kitaptaki yazılar, Nilgün Abisel’in kariyeri boyunca ağırlıklı olarak çalıştığı Türkiye sinemasına odaklanıyor. Böylece katkıların, kitaplarda belli bir sistematik, bütünlük ve devamlılık çerçevesinde yerlerini bulmalarına ilişkin sorun bir biçimde çözülmüş oldu. Kitap, Yeşilçam’ın müzikli filmler aracılığıyla Türkiye’deki diğer eğlence biçimleriyle nasıl bir alışveriş içinde olduğunu inceleyen; Metin Erksan sinemasına, yönetmenin Kuyu filminin analizi üzerinden yeni bir yorum getiren; Görkem Şarkan’ın Nergis Hanım adlı filminde gündeme gelen yaşlı ve hasta bakımı konusunu ele alan; 1960’ların başında çekilmiş bir Zeki Müren filminin analizini, ekolojik sorunları ve kavramları odağına yerleştirerek yapan; yerli filmlerdeki ‘sahicilik’ sorununu roman uyarlamalarını da dikkate alarak tartışan; Türkiye sinemasında 1990’lı yılların ortasından itibaren sözü edilen yeni dönemin çeyrek yüzyılını sayılarla, grafiklerle ve belli konular çerçevesinde yapılan değerlendirmelerle irdeleyen; Ömer Kavur’un Anayurt Oteli filmini sanat sinemasının uylaşımları bağlamında analiz eden; yerli sinema ile demokrasi arasındaki ilişki üzerinde duran 1994 tarihli, Nilgün Abisel’in de katkısının bulunduğu bir kitabı siyaset bilimindeki güncel tartışmaların ışığında yeniden yorumlayan; erken Cumhuriyet döneminde yayımlanan, gazeteler dışındaki sinema süreli yayınları üzerine gözlemler içeren; Abisel’in ‘Türk Sineması’ dersi için güncel bir ders izlencesi geliştiren; erken Cumhuriyet döneminde devletin sinemaya bakışını, yeni sinema tarihi yaklaşımlarından esinle tartışan çalışmalar içeriyor. 

Film çalışmalarında güncel yaklaşımlardan ne kastediliyor?

Şöyle açıklayayım: Abisel’in ‘Türk Sineması’ dersi için çizelge örneğinin oluşturulduğu ya da sinema-demokrasi ilişkisini konu edinen kitabın yeniden değerlendirildiği metinler, birer ‘güncelleme’ önerisi gibi düşünülebilir. Altmış yıl önce çekilmiş bir filmi çevre duyarlılığı üzerinden ele alan ya da sinema tarihine yeni yaklaşımların kılavuzluğunda geri dönen yazılar da öyle. Benzer biçimde filmlerle, film izleme mekânlarıyla ya da film müziğiyle kurduğumuz ilişkilere anıları, duyguları devreye sokarak değinen metinler, yeni bir yaklaşım içermiyorlar mı? Sinema-şehir ilişkisine odaklanan akademik çalışmaların geçmişi de uzun değil. Keza, film ve dizi analizlerinde başvurulan queer literatür ya da medya etiği, film restorasyonu, kolektif bellek, ırk ve kimlikler gibi kavramlar ve bunlar üzerine yapılan tartışmalar da görece yeni sayılır. Çevrimiçi platformların yapımcısı olduğu dizileri ya da YouTube ve benzeri mecralarda yayınlanan yeni müzik videolarını da bu çerçevede düşünebiliriz. Márta Mészáros söyleşisi de güncel. Çünkü herkesin eve kapandığı salgın sırasında yapılan söyleşide, salgının filmini çekmek istese neyi konu alacağından, sinema ve teknoloji ilişkisinden, festivallerden, kadınların sinema endüstrilerindeki yerinden söz ediyor Mészáros. Salgın konusu, yenileri beklenirken güncelliğini sürdürüyor; diğerleri zaten her zaman güncel olmadı mı?

Yazıların konuları gibi anlatım biçimleri de çeşitlilik içeriyor ve bize gerçekten farklı bir okuma sunuyor.

Evet. Armağan yazılar, konularıyla olduğu kadar biçimsel tercihleri nedeniyle ya da başka türlü ifade edersek yazınsal türler açısından da çeşitlilik içeriyor. Kitaplar dipnotlu, referanslı, ‘kaynakça’lı akademik metinlerden deneme türündeki örneklere, anı yazısından söyleşiye, geniş bir yelpaze oluşturan katkılarla farklı bir okuma deneyimi vaat ediyor. Bu da armağanın, bizi mutlu eden yanlarından biri oldu. 

İlk kitabın kapağında Agnès Varda’nın Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor filminden, ikinci kitapta ise Fatih Akın’ın Duvara Karşı filminden görseller yer alıyor.  

Evet, kitapların her ikisinin de kapaklarında, kadınların anlatılarının merkezinde olduğu filmlerden fotoğraflar var. Bu da bilinçli bir tercih tabii… Böylece bütün kadınlara selam gönderiyoruz kapaklarda…

Aslında her sanat eseri okuyucuyu, dinleyiciyi, izleyiciyi katılımcı kılıyor. Her tür kitap da öyle… Okurken, kitaplarla düşüncelerimiz, duygularımız, zihniyet yapımız, görüp geçirdiklerimizle birlikte buluşuyoruz, boşluklarımızı dolduruyoruz. Aynı zamanda da yazarın belki aklından bile geçirmediği pek çok şey ekliyoruz.
Armağan kitaplarınız hem belgeler sunuyor hem de zihin açıcı bir okuma sağlıyor. Emeğinize sağlık…

Çok teşekkür ederim sevgili Hüner.