Hilâl Aydın La Spisa, 1983 yılında Diyarbakır’da doğdu. Lise öğrenimini İzmir Bornova
Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 2005 yılında mezun olduktan sonra, aynı yıl başladığı Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı
Bölümü’ndeki lisansüstü öğrenimini 2014 yılında doktora derecesiyle tamamladı. 2011-2016 yılları arasında akademisyen olarak çalıştı, ardından tam zamanl editörlük ve çevirmenliğe yöneldi. Yetişkin ve çocuk edebiyatından telif ve çeviri eserlerin yanı sıra kurmaca dışı kitaplar, grafik romanlar ve resimli kitapların yayıma hazırlanmasında görev aldı. Dorothy Parker, Grace Paley, Jean Stafford gibi önde gelen kadın yazarların ve Dino Buzzati, Halid Halife, José Veiga gibi Dünya edebiyatının önemli kalemlerinin Türkçede ilk kez yayımlanan çeviri eserlerinin editörlüğünü üstlendi. Yazıları Varlık, K24, Cumhuriyet Kitap, Moment Journal, Frankofoni, Eşik Cini, Edebiyat ve Eleştiri, Kül gibi çeşitli yayınlarda yer aldı. Kasım 2020’den beri İtalya’da yaşayan Aydın La Spisa, yazı ve çeviri çalışmalarına devam etmektedir.

Yazmakta geciktim biraz. Kaçtım belki de. Oysa sen hiç ıssız koymadın beni. Dizelerden örülü karanfil kırmızısı mektuplar gönderdin. Her gelişinde nasıl ışık saçtı, sınanmış bir dostluğun sıcaklığı gibi vurdu yüzüme. Taptaze patikalar açıldı önümde. Göğü gördüm tekrar, imkâna tutuldum, düşü bir kez daha sevdim.

İçimde sözcükler uçuşuyordu nicedir, yakalamak için yalnızca parmak uçlarında yükselmek yetmez ki diyordum. Dalıp çıkmalarım ‘orda bir şey’e dönüktü. Daha dudaklardan döküldüğü an ateşini kaybeden, havayla temas ettiği için sönen bozbulanık heveslerim vardı, yazarken kendi kendisinin parodisine dönüşen cümle hayaletlerim. Hepsi bir kabuk içinde doğup çürüyor. Kim bilecek, kim duyacak kesif kokuyu?

Ses verdin, bir sis çanı gibi. Öyle ya, olmazlara, geçilmezlere karşı bir dirim borçluydum, başta kendime, sonra tüm diğer tutsaklara. Ve yollara düştüm. “Kendini Öpen Prenses”i yazmak istedim önce. Narkissos’un izinde kaybolan biri değil ama, bir hayat öpücüğü de sen buna. Nereden geldi aklına diyeceksin. Hatırlar mısın “prenses ile bezelye tanesi” masalını yahut prensesin zarafetle imtihanını? Annelerden kızlarına geçen ne eşsiz bir marifet. Oysa bunca zarafet eziyet getirir beraberinde, pek de öğretilmeyen bir şey…

Masallardaki gibi upuzun saçları vardı. Sıska bacaklarıyla ağacın benden daha yüksekteki dalına çıkarken aşağıdan onu izler, hareket ettikçe sırtını döven gür atkuyruğunu kıskanırdım. Abilerinin aynı atkuyruğundan yakalayıp dövdüklerini gördükçe utandım kendimden. Erken yaşta evlendiğini, oğulları olduğunu duymuştum. Yıllar sonra iki yetişkin kadın olarak karşılaştığımız o yaz günü, saçları görünmüyordu artık, çocukluk anılarından da pek söz açılmadı. Oysa zihnimde silinmeyen bir sahne vardı: Ev halkı uyuduktan sonra hazırlanan yer yatağında, bütün gün bahçelerde koşturmaktan yorgun düşmüş çocuk bedenlerin deliksiz uykuya yatacağı bir yaz gecesi. Abisinin, kapağına çikletten çıkma kırmızı yarış arabası çıkartması yapıştırdığı dolabından yürüttüğümüz bir sigarayı, merak ve korku içinde gizlice bölüşürken birbirimize hayallerimizden bahsediyoruz. “Bu kasabaya altımda kıpkırmızı bir arabayla döneceğim. O zaman görecekler. Üniversite okuyup kendi paramı kazanacağım. Okuyacağım ben, öğretmen olacağım. O zaman görecekler beni.” 

Genç kızlığa adım atmak üzere olan arkadaşımın yeşil gözlerindeki o parıltıyı iyi hatırlıyorum. Onun yanında benim dünya turu hayalimin kırmızısı ne kadar da eksikti. Unutmamış belli ki, hayalini gerçekleştirememenin yersiz mahcubiyeti var üzerinde. Küsmesin kendine n’olur. “Ne tatlı ne akıllı bir kızın var,” diyorum. Prenses tacı takmış küçük kızının ellerini tutup öpüyorum. “Onun yolu başka olacak,” diyor. Büyük oğlu uzaktan sesleniyor, beklemekten şikâyetçi, homurdanıyor. Ayrılırken arkalarından bakıyorum, minik prensesin tacından daha ışıltılı saçlarına… Masalın sonunu kendimiz yazalım istiyorum artık.

Dedim ya yollara düştüm bir kere. Bir bahar günü. Düzgün saç tıraşlı, takım elbiseli, muhtemelen öğle arasını değerlendirmek üzere elleri ceplerinde, merkezdeki lokantalara doğru ilerleyen iki adamın arkasında yürüyorum. Onların önündeyse özgüvenin kişiden kelebek misali kaçtığı ergenlik yaşlarında bir genç kız, kendi yolunda. Kılık kıyafetleri ve yürüyüşleriyle bir baltaya sap oldukları mesajını veren, kendilerinden emin yalınkat adamlardan biri değerli görüşlerini esirgemiyor genç kızdan: “Bu bacaklarla bir de elbise giyiyorlar!” Kendi aralarında gülüşüyorlar. Arkadaşının başlattığı bu keyifli keşif diğerini de hemen sularına çekiyor: “Bu da kadın olacak düşünsene.” Gittikçe yükseliyor sesleri. Neden? Çiçekli elbisesi içinde kadınlığının baharını kuşkular, heyecanlar ve arayışlar içinde karşılayan bu kızdan ne istiyorlar? Yüzünü göremesem de çiçeklerinin döküldüğünü seziyorum. Kaçı eğilip öpebilmiştir kendini bundan böyle? Ve neden bize kendini öpen bir kadının resminin, bileklerini kesen bir kadınınkinden daha acıklı olduğunu öğrettiler ki? Koşulsuz edep ve itaat beklentisi altında ezildiğimiz şu büyük oyunda kendimize şefkatten söz etmek utandıracaksa bizi, yüzümüzden al eksik olmasın, tüm mahcubiyetler yerini bulsun.

Durmadım, bu ayın ilk günlerinde eski kilise civarına gittim. Güneşin yüzünü ara sıra gösterdiği, saklandığı anlardaysa ceket düğmelerimi iliklerine tekrar kavuşturmak zorunda kaldığım bir sonbahar günü. Arnavut kaldırımlı dar sokaklar arasından sonuna geldiğim yokuşun düzlüğe kavuştuğu yerde bir park vardı. Belediyenin eskimiş bankı üzerindeki birkaç mahalleli çocuk, sabah ayazına aldırmadan yabancıların ilgisini çekme umuduyla gizli bir yarış hâlinde şakalaşıyorlardı.

G.’deki resmî konutlardan annemle beraber çıkıp merkeze kestirmeden yürüdüğümüz ağaçlı yolu hatırladım birden. Elimde, kalemtıraş olma işlevini çoktan yitirse de oyuncak olarak iş gören küçük, dünya biçimindeki küreyi evirip çeviriyordum. Üzerindeki renk renk ülkeler parmak boğumlarımdan daha uzak değildi birbirine, düşe düşe sınırları silikleşmişti o kadar.

Toprak yoldaki en büyük yürek çarpıntısı arada bir ayaklarımın dibinden hızla geçip otlar arasında kaybolan kertenkelelerdi. Tenha yolda pek fazla insana rastlanmıyordu. Ama ileriden birinin geldiğini görünce telaşla elimdeki dünyayı yere düşürme numarası yaparak yabancının dikkatini çekme çabamı annemin nasıl da fark ettiğini ve küçük oyunumu yüzüme vurduğunu anımsıyorum hâlâ. İnsanlığımızın bezelye tanesi kadar ufak kurnazlıklarını, saklamaya çalıştığım bir beceriksizlikle görünür kılmıştım. Tanrı bile görülmek, bilinmek istediyse ben neden mazur görülmüyorum? Değil mi ki tanrının tüm sıfatlarını taşıyormuşum içimde.

Ah çocuk! Çocuk ne acayip kelime değil mi, ancak dışına çıkıldığında anlam kazanan.

Sonundaki o “k” olmasa hiç büyümeyecekmiş gibi. Ne zaman büyüdük de öğrendik kadın olmayı? Şimdi neden tenha sokaklarda yürürken görülmeyelim istiyoruz, kimin avucundaki o kürede yerimizi bulmaya uğraşıyoruz, neden utana sıkıla alaya vurmak zorundayız kendimizi, neden o koca gözün takibinden kaçacağız diye hayatımızdan çalıyoruz?

İşte yol kenarındaki küçük kilisenin mezar sınırlarını oluşturan iki sıra ağaçlar arasında yürürken geldi Âdemoğlu. Tanrı yolunda bağışlanmaz bir hastalığı sezer gibi. İki işgalci gözbebeği değdi yüzüme. Huzurum kaçtı. Oysa henüz içerideki duvarları süsleyen, er kişilerin tanrılığı oynadığı, sevgi, îman ve sadakat üzerine işlenmiş yazım yanlışlarıyla dolu levhaları görmemiştim bile. “Ahlakta Paklık”, “Kral Kim?”, “İnsanların Üzüntüsünün Başlangıcı”, bunları bilmiyordum daha. Âdem ile Havva’nın “mükemmelen mutlu” oldukları zamanları unutmuştum her nasılsa. 

Sana ekte alevli kılıcıyla tanrının suretini göndermek isterdim. Eskiden kâğıtlardan keserek ayırdığımız bebekleri hatırlatıyor, dikkat edilirse cennetin kapısından daha uzun değil boyu. Gülünç değil mi?

Yıllar evvel, daha kendimi bilmezden önce çıktığımız bir yolculukta gördüğüm duvar tasvirleri süzülüyor kuytulardan hayal meyal. Bir başka kutsal mekânın güvencesi altında bırakmışım annemin elini bir anlığına ve yine bir âdemoğlu bitivermiş yanı başımda. Duvardaki yılanları göstererek uslu bir kız olmazsam cehenneme gideceğimi hatırlatıyor şaka yollu. Kırmızı el örgüsü hırkasının kendisini koruyacağına inanarak harikalar diyarının dehlizlerinde emekleyen küçük kız, böylece ateşi kolay kolay dinmeyecek bir cehenneme hayat veriyor en derinlerde.

Pullu, soğuk gövdeler sürüne sürüne uzanıp düşlerine, sarmalıyor küçük kadını. Koşuyor yeraltı kapılarını aralamaya, gelgelelim hepsinin arkasında henüz bilinmeyen günahlar. Bir güvercin kursağı dolusu inanç, küçük kadının ormanından duyduğu utanç. Tüm kadın tüm utanç tüm korku. O yüzden mi hep sevgiler ürküttü bizi?

Derken uzak geçmişten bir gölge çıkageliyor: annesini kaybetmiş mavi gözlü, atılgan bir küçük adam. Evden, babadan kaçıyor; bana kaçıyor. Uyuduğum salıncağı devirerek gösteriyor sevgisini, kendi kollarına ufak ateş delikleri açarak, bilmemiş hiç başka türlüsünü. El ele yürüyoruz. Sınıra dayanmış sarmaşıklı bir evin balkonunun bize çatı olan tabanına beraber koşuyoruz, dikdörtgen bir evren içinde efsunlanmak için. Sonra yoncalarını ve tüm öğretileri gövdemizle ezdiğimiz çimlerden gök panayırına götürüyorum onu. Ne var ki onun aklı hep yeraltında, acıyı toprağın ciğerinden soluyan öfkeli bir cenin oluyor yanımda, sonra da ahizenin öbür ucundan işittiğim yitik bir isim; parçalanıp çoğalarak iç içe geçen, aslını astarını kaybetmiş bir erkeklik. Kırılıp dökülüyoruz ikimiz de. Bakıyorum, döküntüleri örüntüye çeviriyor birileri.

Ben de eğiliyorum yavaşça. Adım adım onarıyorum kendimi.

Uzun yürüyüşlere, yüzleşmelere çıkıyorum mevsimler boyu. Bir kış günü, sabah rüzgârı hırçın bir kedinin sırtı gibi kabartıyor suları. Sokak lambalarından birine konan karganın boku bile yere düşmeden uzaklara uçuyor, kim bilir hangi talihli yüzle buluşmak için. Güldürüyor bu beni. Çaprazımdaki Âdemoğlu bu gülümsemenin olası tüm anlamları içinde kendine en yakın olanı seçme konusunda hevesli, sokuluyor. “Güzelim” diyor, “nereye?” Neşenin yerine geçen telaşın kokusunu alıyor, atmaca göğsünü geriyor rüzgâra karşı. En kötü sevgilerini sunuyor.

Benim göğsümse ağır, zorluyor kabuğu. “Amma uzattın,” diyor öteki. Diplerde bir seğirmedir büyüyor. Susarsan ya ölürsün ya ölümle birsin. İçime gömdüğüm ölmez kadınlardan biliyorum bunu. Çığlığımla beklenmedik bir fırtına biçiyorum bay yabancıya. “Orospu,” diyor, çekiliyor.

Ben ışıklar, konfetiler bayramlar istemem ki yürüyebilmek isterim tek başıma.

Oturuyorum ben de madem öyle. Kütüphane kapalı, parklar ve dizlerimdeki defter açık.

Tatlı bir esintiyle salınan ağaçları izliyorum. Bulundukları yere kök salan bu sabırlı gövdelerin tohum tohum uzaklara erişebilme yeteneklerine bir kez daha hayranlık besliyorum. Sözcüklerin, şiirlerin arka bahçelerimizde yeşermek için kat ettiği yolu düşünüyorum peşine. Çok geçmeden bir Âdemoğlu ağaçlarla arama giriyor, sonra da yanıma yerleşiyor. Bakışları benden yana.

Günahına mı gireyim istiyor? El yazımın yuvarlak hatlardan yoksun, dağınık ve çengel gibi uzayan biçimine işaret ederek hiç kadın yazısına benzemediğini buyuruyor. Kaç kadından mektup aldı acaba; hangi kadının yüzünü, içini okuyabildi? Şimdi şu sözünden övünç mü, ilenç mi düşüyor payıma, hangisini seçmemi bekliyor? Ben yürümeyi seçiyorum.

Okula yaklaşırken, ılık bahar havası usul usul kandırıyor yine de umuda doğru çekiyor.

Bir rahim rahatlığında içine alıyor, sarıyor dört yandan. Yerler gece yağan yağmurdan ıslak.

Paçaları kirletmeyen ağaçlı yolda, tazelik ve olgunlaşmamış şiirlerin vaadi saklı. Binaya girip öğretmenler odasına geçmek üzereyken arkamdan gelen cılız sesini işitiyorum. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu bir kitap: Deli Kızın Türküsü. Hep en ön sırada oturuyor. Ense hizasında topladığı kıvırcık saçlarını asla serbest görmedim. Tırnakları birkaç santim uzamış, bakımsız. Takı takmıyor, makyaj yapmıyor. Beyaz teninde, gözlerinin hemen altında başlayan pembelikse hiç kaybolmuyor. Masal kitaplarındaki iyimser pembelik değil ama bu, sürekli taşıdığı endişenin eşlikçisi. Babası namus bekçisi. Dudakları daimi bir duayı mırıldanır gibi çatlak. Kendi hâlinde, sessiz, konuşurken tutuk ve heyecanlı. Yazmak istiyor. Kendine ait karalanmamış bir defter istiyor. Sesini rehin alan bıçağın çeliğini sözcükleriyle eritmesi için var gücümle sesleniyorum.

Pembeliği, artık tutuşan cesaretin yalımından gelsin istiyorum. Kaybolup gitmesin, çiçeğe kessin istiyorum. Ezberlenmiş asfalt yolları, çıkmaz sokakları bırakıp ardımızda, patikalardaki yoldaş ayak izlerinin peşinde birlikte yürüyelim, hiç korkmayalım istiyorum.

 

* Bursa Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği “2021 Yılın Yazarı: Gülten Akın Mektup Ödülünde Latife Tekin, Neslihan Cangöz, Nahit Kayabaşı, Şafak Baba Pala ve Taçlı Yazıcıoğlu’dan oluşan seçici kurulun yaptığı değerlendirme sonucu mansiyon ödülüne değer bulunmuş ve Mektup Ödülü Seçkisi’nde yayımlanmıştır.