Günışığı Kitaplığı Genel Yayın Yönetmeni ve yazar Mine Soysal, Mikroscope’dan Müge İplikçi’nin sorularını yanıtladı. Kendisiyle çocuk ve gençlik edebiyatımızın genel gidişatını konuştuk.

Çocuk ve gençlik edebiyatının ülkemizdeki yeri ve bu yerin karşılığı, ifade özgürlüğünün çok daha darboğaza girdiği bu süreçte boz bulanık bir rengi çağrıştırıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bizim alanın biri maddi biri manevi iki çehresi vardır. Manevi çehresi ışıltılı, parlaktır, hep geleceği aydınlatan deniz feneri gibidir. Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı uyanışı 90’lı yıllara rastlar. Ancak çocukların sadece eğitsel amaçlı, didaktik kitaplar okuyabileceği yanılsamasını aşmak için 2008-2010’lara gelinmesi gerekti. Eğitimciler, kütüphaneciler, akademisyenler, aileler, çocukların da birer “okur birey” olduğunu, istediklerini özgürce okuma hakkına sahip bulunduğunu daha sık duydular. Bu farkındalığın yaratılmasında Günışığı Kitaplığı’nın çabası, katkısı büyüktür. Edebiyatın, şiirin, felsefenin çocuklar için de en yüksek nitelikte kitaplaşabileceğini bu yıllarda yayımladığımız birçok kitapla örnekledik. Yetişkin edebiyatıyla çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatı arasında var olduğu sanılan nitelik makasının yapaylığı, yanlışlığı daha hızlı anlaşılmaya başlandı. 2010’lu yıllarda yetişkin edebiyatımızın bazı yazarları, çocuklar ve gençler için de eserler vermeyi deneyimlediler, okur kitlelerini genişlettiler. Alanda gerek Türkçe gerekse çeviri edebiyatın sesinin yükselmesi, kapsayıcı çeşitliliğin artması, kitap dünyamıza daha çok sadık okur kazanmanın yolunu açtı. 

Ne ki, alanımızın maddi çehresi karanlık gölgelerle dolu. Kitapların üretim maliyetleri; desen, grafik tasarım, renkli baskı, kâğıt çeşitliliği, boyut, cilt gibi olağan gereklilikler nedeniyle yayıncılığın diğer kollarına göre daha yüksektir. Son yıllarda, pandemiyle tavan yapan tedarik sorunları, enflasyonist ekonomi ve liranın değer kaybı gibi bizim elimizde olmayan koşullarla kitap yapmak doğallıkla güçleşti. Etiket fiyatlarına sakınarak, dirhemle yansıtılan artışlara rağmen, ailede kitaba ayrılan kısıtlı bütçeler buharlaştı, okullar öneri kitap listelerini eksiltti. Üstelik emek emek yaptığımız kitaplar, ehil olmayan kesimler ve kurullarca “muzır” bulunup yasaklanmaya, poşete sokulmaya çalışılıyor. Siyasi sansürün açtığı yoldan yürüyen otosansür sayesinde, her geçen gün daha çok kurum ve kişi dijital mecralarda lince uğruyor. Hele konu çocuk kitapları oldu mu, toplumun tüm hassasiyetleriyle oynayarak yayınevlerini, kitapları “suçlu” göstermek kolaylaşıyor. Öte yandan desteklemesi, teşvik etmesi beklenen devlet, kültürel mirasımızın en derin, en kalıcı boyutu olan kitap dünyamıza üvey evlat muamelesi yapıyor, sorunlarını görmezden geliyor. Hiç dinmeyen bir kum fırtınasında ilerlemeye çalışıyoruz sanki, öyle kesif bir toz duman!..

 

Bu darboğazı aşabilmek için ne türde adımlar atılabilir? Ya da atılıyor mu? Onlar neler?

Özellikle Türkiye Yayıncılar Birliği yıllardır büyük bir çaba içinde. Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin (IPA) Türkiye temsilcisi olan birlik, nitelikli kitap üretimini olumsuz etkileyen koşulların iyileştirilmesi, yeniden düzenlenmesi için yasalar ve yönetmeliklere ilişkin pek çok çalışma sürdürüyor. Öte yandan basılı ve dijital telif haklarının korunması, giderek artan dijital korsanla mücadele, kur dalgalanmalarının, artan vergilerin yarattığı ezici maliyetlere karşı sektörün sözcülüğünü yapıyor. Ancak ülkedeki siyasi kutuplaşma nedeniyle meslek örgütleri de bölünmüş durumda. Tek sesle savunulması gereken sektörel ihtiyaçların yerini, siyasi çıkarlara göre değişen tutumlar alabiliyor ne yazık ki. Yayıncılar Birliği’mizin tüm çabasına karşın süreçler uzadıkça uzuyor, en acil konular bile Ankara gündemine gelemiyor.

 

Yakın gelecekte çocuk ve gençlik edebiyatı özelinde (ve elbette edebiyat genelinde) bizleri hangi eşiklerin beklediğini düşünüyorsunuz?

Edebiyatın insanın ve tüm yaratılarının sözü-özü olması gerçeği, günümüz teknolojileriyle her an hızla değişen, dönüşen dünyayla giderek daha büyük bir tezat içinde. Edebiyatın, durup izlemek, okuyup düşünmek, sessiz denemeler, tekrar yazmalar için dingin zamanlara ihtiyacı var. Oysa edebiyatçı artık son sürat bir dünyada yaşıyor, hıza ayak uydurmaya çalışıyor. Okuduğu yazdığı kadar (belki de daha çok) çevrimiçi iletişimde zaman geçiriyor. Sosyal platformlarda kendi “tanıtımını” yapması bile beklenebiliyor. Doğadan uzakta, keşmekeşi bol kentlerde var olmaya çalışan edebiyatçının yazdıkları da değişiyor elbette. “Çocukluğun deneyimsizliğine ihtiyacımız var,” diyen Behiç Ak’ın kulakları çınlasın. Gelecekte her yaş için üretilecek edebiyatın aşması gerekecek en yüksek eşik, dünyanın doğal seslerinin, doğanın harikulade ahenginin tüm insanlık tarafından yeniden duyulabilmesini sağlamak olacak belki de. Edebiyat, kulağımıza dayadığımız dev bir deniz kabuğu gibi hepimize ortak bir insanlığın yeni hikâyelerini fısıldayacak.

 

Bu alanda dünyada çıkan ses, bizim diyardan çıkan sese kıyasla nasıl? 

Sesimiz tüm dünyayla ortak aslında. Hatta bizim diyarın sesi, son 10-15 yıldır çok renkli, çok güçlü çıkıyor; uluslararası temsilimiz, söylemlerimiz, eserlerimiz dikkati çekiyor. Öte yandan yayıncılığını güçlü finansman kaynaklarıyla destekleyen Batı dünyasında, özellikle son yıllarda tırmanan sansür çabaları akıl dondurucu. ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde, okullarda, kütüphanelerde sadece siyasi erkin “uygun” bulacağı kitapların bulundurulması yasalaştırılmaya çalışılıyor. Bu can yakıcı konuda bile dünyayla ortak kaderi paylaşıyoruz.