Yürüyorum, sabahın altısı…Gün, pembe pembe doğuyor, kulağımda aynı melodi, -takalar geliyor allı, yeşilli. İçimden ve de biraz kısık sesle dışımdan mırıldanıyorum. Melodi, hafif, heyecanlı, umut dolu, ama içim kızgınlıktan kızarmış bir demir gibi. Bir yandan da biliyorum, hızlıca yürüyüp feribota yetişince, üç saat sonra sonra derin, serin sulara girdiğimde, işte o an, içimdeki tüm ateş, tüm kızgınlıklar soğuyacak, ince bir rahatlık, ince bir huzur yayılacak ruhuma…
Feribotu kaçırmamalıyım, yoldan karşıya geçtim mi, 15 dakikalık yürüme mesafem kalır. İnanılır gibi değil, karşıya geçemiyorum, şu an dakikalar hatta saniyeler önemli. Zaten bence, tüm hayatta, hep saniyeler çok önemli. O saniye oldu ya da olmadı. Sabahın altısında, bu trafik lambalarını niye çalıştırırlar? Belki ülkemde olsam, lambanın rengine takılmam, geçer giderim, ama bu ülkede bilinçaltın öyle çalışmıyor. Dur rengi yandıysa sabahın körü de olsa, yoldan tek araba geçmese de duracaksın. Durdum ben de. Kim bilir kaç saniye, geçmek bilmiyor zaman.
Gözüm renklerde, önce kısa sarıyı sonra yeşil bekliyorum, gözüm kocaman yanan DUR renginde. Beklerken kafam durmuyor. Bedenin dursun, kafan çalışsın, yüreğin karışsın diye mi koyuyorlar bu lambaları diye düşünüyorum. Dur rengi boyunca, bekledim, durdum, düşündüm, karıştım, çektim gittim!