1967’de İzmir’de doğdu. Bu coğrafyanın çeşitli bölgelerinde okul anıları ve güzel arkadaşlar biriktire biriktire Ankara’ya üniversite okumaya gitti. Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünü bitirdi ve aynı şehirde kaldı. ODTÜ’de on beş yıl öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, İstanbul’un çağrısına kulak verdi. Sabancı Üniversitesi’nde on yedi yıl akademisyenlik yapıp emekli oldu.
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler bölümünde yüksek lisans yaptı. Halk bilimi, sosyoloji, tarih ve felsefe okudu. Kurumsal iletişim uzmanı da oldu.
Çeşitli dergilerde Türk yazarları ve kitapları üzerine araştırma/inceleme yazıları yayımlanmış, çocuk edebiyatı/çocuk edebiyatı yazarları hakkında konferanslar vermiştir. Şiir, özel ilgi alanıdır. Şiirleri ve yazıları, edebiyat ve sanat dergilerinde yayımlanmaktadır.

Şehrin görece önemli merkezlerin hepsine uzak düşen bir yerdeyiz. Binaların içi öğrenci, öğretim elemanları ve idari personel varken çok eğlenceli. Öğrenmenin ve öğretmenin ateşi her yanı ısıtıyor. Yol uzun, yol beyaz kesik çizgilerin ezberlendiği zamana bölünüyor. Görece on yıllar öncesi. Yol kenarlarında gözleri gülen ağaçlar var, ucu ve bucağı belli bu ağaçların. Takvim zamanında belirlenmiş renkleri, boyları ve öyküleri var. Sis var bazen… O sisi yok eden güneş… Uykunun esiri bedenlerin tuhaf uyanışları var. Hedef binalara gelmeden önce görülen bir bahçe ve o bahçede bir kırmızı ağaç var. Onu görünce mevsime verilen ad var. Oysa etraf; yazın, kışın, ilkbaharda ya da güzde kendini olduğu / olması gerektiği gibi göstermekten asla vazgeçmeyen ne çok ağaçla çevrili. O kırmızı ağaç, inatçı… Noktalı virgül gibi. Asla ödün vermiyor. Olması gerektiği gibi. “Ateş”in toprağa bağlanmış hali.

Sevgili Zeynep İskenderoğlu hocam, bahçesinde iki tane de kırmızı ağaç olan buradan, uçağa binince öğlen saatlerinde mesela, indiğinizde de aynı günün yeni öğlen saati olan o uzak ülkeye gidince, yollamıştı kırmızı ağacın görselini. “Ağaçlar da ateş dilinde akraba işte,” demiştim. Sonra noktalı virgülü düşünmüştüm. Tuhaftı ilk bakışta, sonra öyle göründü bana… Kırmızı ağaç ateşi; ateş noktalı virgülü düşündürdü. Ne zaman öğrendik bu işareti kullanmayı seçmeyi? 

Önce ve ilk ‘nokta’ öğrenildi. Kurduğumuz her cümlenin sonunda vardı bu kalem ucu dokunuş. Sonra üzüldük, şaşırdık, kızdık, merak ettik, sorduk… İşaretlerini öğrendik yazarken. Kullanmayı içselleştirdikçe umarım gülümsedik. Zira büyüyorduk takvim üzerinde… Bir ara, büyüdük sandığımızda, unuttuk ‘ayrıntı’ bu zenginliği… Sınav vardı şıkların bol olduğu… Biz o sınav heyecanlarını yaşarken bu bahçelerde ya da yol kenarındaki kırmızı ağaçlar nefes verirken görünür olmanın anlamını bilmeden yaprak çoğaltıyordu, görmüyorduk. Yıl, çizgisel tarihte kaçı gösterirse göstersin ekim geliyordu, kapıyı tıklıyordu….

Ekimde ateş yakılır bu coğrafyanın bir bölümünde, kırmızı hayatı, yaşamayı anlatır. Cümleler kurulur, konuşma varsa -ki vardır- bazen yalnızdır o cümleler, öyle edilir ki o söz, sadece bedenler üşümez, ruhlar dona yazar; anlaşılamamak değildir sorun, dinlenmemektir sorunun ilk kırağı… Ürpertir, ‘seni, sana anlatamamıştır’, yüksekten düşmekten korkar, zira düşerse kan kırmızıyı görecektir, kesin. Kırmızı o an, hayatın sessizliğe yolcuğunu yaşatır. Kan kırmızıdır… 

İşte o zaman noktalı virgülün sahneye düşme zamanıdır artık… ‘Mavi’nin hep öncelikli olduğu, gözlerimden yansıdığından belki, bir zaman akışında virgül maviyken nokta kırmızı olur hep. Zira yoğun bembeyaz sis düşer ya konuşma ya da yazma cümlelerine… O an bizi doğru yolda tutan kedi gözleridir ve o kedi gözleri kırmızıdır. Hedefe ulaştırmak ya da güneşe gülümsetmek için hiç ödün vermez; hep belli aralıklarla uyarır bizi… ateş yakar, kıvılcım çakar hep. Noktalı virgülün noktası… Kırmızı…

O kırmızı ağaç, girmiştir kadraja bir kez… Dünyanın neresinde olursan ol, hayatın bir yerinden şiir olur, öykü olur ya da söz olur-sade söz- girer gölgesiyle… İstersen görme, görmemen ya da fark etmemen diyelim neyi değiştir… Bunun yanıtı, çok yüksek tonda duyacağın ‘hiç’tir. Zeynep Hoca’nın kadrajına giren ve dünyanın bir yerindeki kırmızı ağaç, noktalı virgülü getirir tam da bu ‘an’a… Daha tırnak işareti hedefe girmemiştir, zira konuyu noktalı virgülün kırmızında tutuyoruz bilinçli bir şekilde….

Hayat, kaç kere yıkacaktır bizi görmemiz gerekir. ‘Büyüme’nin büyülü kırmızısına bir alışalım hele… O kırmızı ağacı, bir ekim günü selamlayalım hele…

Konuşurken kırmızıyı anlatmak zor da yazarken noktalı virgülde saklı kırmızıyı yakaladık mı gün biraz daha gülümser sanki bize… Zeynep Hoca da yeni bir kırmızı ağacı kadrajına alır belki ve bir cümle tam zamanında, tam da okuması gereken kişiye gider öylece… Kırmızı, ekime daha çok yakışır. Bir yaprak düşer ayak dibine, bir iç ses ‘aaa kızarmış, yeşil sandığım yaprak’ der de duymaz iyi ki kırmızı ağaç…

Ateş, uzaktan izlediği kırmızı ağaca ulaşmak için göz kırpar … Bir mevsim, zaten mevsimliğini yaşamaktadır, rüzgâr dolusu içini ürpertir senin mesela… Sonrası bir kırmızı yaprak kadar uzun bir hikâyedir…. Ateşte saklı kırmızıdır ekim… Noktalı virgül çözmüştür sırrı. Ayna kırmızıyı yansıtmıştır…. Zeynep Hoca, bir kırmızı ağacın fotoğrafını çeker mutlaka…