Vitrinde o kırmızı elbiseyi gördüğünde hemen karar vermişti. Kesin bir karar.
Elbise yuvarlak yakalı, kloş etekli, japone kollu ve boydan boya düğmeliydi. Zaten bu düğmeler çelmişti aklını. ‘Yapabilir miyim?’ diye sormaya başladı kendi kendine. Bütün günü düşünmekle geçirdi. Arada beceremeyeceğini sanarak umutsuzluğa kapılıyor, bazen de ‘Yaparım’ diyerek aynada kendi gözlerinin içine bakıyordu. Sonunda inandı, bu kıpkırmızı elbise onun korkaklığını ve çekingenliğini kumaşıyla kaplayıp yok edebilirdi.
Ertesi sabah dükkân açılır açılmaz aldı elbiseyi. Eve gelince üstüne giydi, ayna karşısında yakadan başlayarak etek ucuna kadar düğmeleri sol eliyle açıp kapatmayı denedi. Zordu ama imkânsız değildi. Kocası evden çıkınca, çocukları okula bıraktıktan sonra her gün alıştırma yaptı. Tek elle, hem de sol elle bütün düğmeleri açtı kapattı. Elbiseyle aynı kırmızı renkte ruj aldı. Ayna karşısında dudaklarını boyadı. Saçlarını ensede toplayıp, annesinden kalan uğurlu küpelerini taktı. Vals yapar gibi döndüğünde etekleri havalanıyor arkasında kırmızı bir çalkantı bırakıyordu. İşte en çok bu hoşuna gitti. Seke seke dolaştı bir odadan ötekine, döne döne dolaştı.
Sonunda beklediği kargo geldi. Bu paketin adı cesaretti. Yıllardır bulamadığı güç şimdi çantasının içindeydi. Çantayı omuzuna astığında onun ağırlığıyla rahatlıyor, geleceğe umutla bakabiliyordu. Artık hazırdı. Hazır olmak yaşadıklarından çok daha kolaydı.
O sabah erken kalktı, kocasını öperek yolcu etti. Çocuklarını özenle giydirip okula bıraktı. Sonra yeniden eve dönüp kırmızı elbiseyi giydi, dudaklarını boyadı, saçlarını ensesinde toplayıp uğurlu küpelerini taktı. Çantası omuzunda yola koyuldu. Avuçları kaygandı. Sağ eli titriyordu. Bundan hiç hoşlanmadı. “Cesurum, kararlıyım, dönüş yok!” Bu sözcükleri aralıksız yineleyerek yürüdü. Umuttu attığı her adımın adı. Terazi kefesinde çoktan tartmıştı yaşadıklarını ve yaşayacaklarını. Kocasının iş yeri uzak değildi. Yavaş yavaş ilerledi hedefe doğru. Avuçlarını arada bir elbisenin cebine sokup kuruluyordu. Omuzundaki çanta eski bir dost gibi ‘Başaracaksın!’ diyordu.
Mimarlık bürosundan içeri girdi. En az on kişi çalışıyordu burada. Bütün mimarlar masadan başlarını kaldırıp kapıdan giren bu alımlı kadına baktı. Tam ortalarında dimdik ayakta durup “Merhaba, ben Berke’nin karısıyım,” dedi. Bu sefer hepsi dönüp Berke’ye baktı. Berke yerinden fırlamış, karısına doğru birkaç adım atmıştı ki, karısı çantasından çıkarttığı tabancayı ona doğrultup, “Kıpırdama!” dedi. Sonra diğerlerine dönüp “Kimse kıpırdamasın!” diye bağırdı.
Aslında hepsi afallamış, ne yapacağını bilmez bir çaresizlik içinde kadını izliyordu.
“Karıcığım delirdin mi, bir şey mi oldu?”
“Çok şey oldu Berke,” derken sol eliyle elbisenin düğmelerini açmaya başlamıştı bile. Sağ elinde tuttuğu tabanca artık titremiyor, ucu Berke’yi gösteriyordu. Berke ilk bulduğu iskemleye yığıldı. Kıpkırmızı yüzünü elleriyle kapıyor, çenesinden gelen takırtıları bütün arkadaşları duyuyordu.
Karısı elbisenin bütün düğmelerini hızla açmayı başardı. Külotu ve sutyeni siyahtı. “Bakın bana!” diye seslendi. Hiç çekinmeden bakabilirsiniz. Yer yer morarmış yumruk izleri vardı bütün bedeninde. Bacaklarını ve kalçasını çürükler kaplamıştı. “Bunlar yumruk, bunlar da tekme izleri,” diye gösterdi berelerini. “Bu kırmızılar da dün geceden kalanlar. Dün gece mutfakta dövdü beni. Çocuklarım yan odada oynarken beni yumruklarıyla yere düşürdü, yetmedi tekmeledi, yetmedi tecavüz etti, yetmedi ağlayarak yalvarmaya başladı. ‘Seni seviyorum, beni affet diye ağlıyor elimi ayağımı öpüyordu bu sapık herif. Bütün bu olanlar sırasında sol elimi yumruk yapıp ağzıma tıkadım. Çocuklarım inlediğimi duysun istemedim. Şimdi anlıyor musunuz nasıl bir sapıkla birlikte çalıştığınızı?”
Berke hâlâ aynı konumda oturmakta ve titremekteydi.
Bir ara, “Yapma karıcığım yeter, lütfen acı bana!” diye inledi.
Karısı yavaş yavaş elbise düğmelerini ilikliyordu sol eliyle. Tabanca sağ elinde, sanki yıllardır oradaymış gibi sımsıkı duruyor ve hâlâ Berke’yi gösteriyordu.
Mahzun sesiyle devam etti: “Bakın, dün olanlar ilk değildi ama son olduğunu biliyorum. Çocuklar doğduktan sonra bir iki tokat atmıştı, ama özür dilemişti ben de bir daha yapmaz sanmış, affetmiştim. Büyük hata. Sonraları ruh hastası olduğunu anladım. Bu defa korktum. Cesaretimi toplamam zaman aldı. Artık bir avukatım ve bir tabancam var. Ayrıca hastaneden aldığım çok sayıda rapor. Buraya bak sapık herif, bizden uzak duracaksın, yoksa gebertirim seni. Ben bu tabancayı boşuna almadım. İçimdeki vahşi hayvanı zor tutuyorum. Yıllardır biriktirdiğim nefretle seni hemen şuracıkta parçalamak isterdim. Çocuklarıma kıyamadığım için yapamıyorum.
Böyle söyledi ve aynada defalarca denediği hızlı dönüşü yaparak çıktı bürodan.
Berke dahil kimse yerinden kıpırdamadı, hepsi kadının ardında kalan kırmızı çalkantıya takılıp kaldı.
Pınar sakindi. Hiç zor olmamıştı. Berke’nin kırmızı suratı aklına gelince ‘Kim bilir tansiyonu kaça çıktı?’ diye düşündü ama pişman olmadı. Pişmanlığı korkuyla geçirdiği eski günler içindi. O sırada biri yavaşça omuzuna dokundu. Pınar durdu ve dönüp baktı. Hiç tanımadığı yaşlıca bir bey: “Şey kızım pardon, ben emekli Albay Nuri Berkay. Elinde taşıdığın silah dikkatimi çekti. Sokakta çoluk çocuk varken böyle dolaşman doğru değil. İstersen çantana koy, kimse görmesin.”
Pınar o kadar dalgındı ki, söylenenleri anlamakta zorlandı. Sonra birden hâlâ sağ elinde sımsıkı tuttuğu tabancayı fark etti.
“Ha bu mu?” dedi Nuri Bey’e, “O oyuncak tabanca, sahici değil, alın isterseniz bakın.”