1996 yılının baharında dünyaya geldi. Okumaya ve yazmaya olan yoğun ilgisinden dolayı Kore Dili ve Edebiyatı bölümünü yarım bırakarak Hacettepe Üniversitesi Felsefe bölümünü kazandı. 'Hannah Arendt'in Vita Activa Kavramı Üzerinden Pandemi' teziyle mezun oldu. Psikoloji ile ilk gençlik yıllarından beri hemhal olduğu için taze bir anneyken Oyun Terapisi, Masal Terapisi, Resim Analizi, Montessori, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu eğitimleri aldı. Sinema ve yazma tutkusu ile hayali olan senaristlik için aldığı senaryo eğitimi devam ediyor.

Gözlerim ergenliğimden beri uzağı görmeyi reddediyor. Kardeşiyle paylaştığı ranzanın üst katını kapmış olmanın keyfiyle geceleri pencereden sızan sokak lambasının ışığı altında kitap okuyan genç kızın ceremesini çekiyorum. Pişman mıyım? Hayır. Yine olsa yine yaparım derler ya, o hesap. 

Geçenlerde gözlüğümü bir anlık dalgınlıkla şehirlerarası otobüs koltuğunun lastiği gevşemiş filesinde unuttum. Yeni bir gözlük almak akla gelen ilk seçenek olsa da bir süredir dünyayı bulanık görmenin rahatlığını yaşıyorum. Yolda görmezden geldiğim tanıdıklara masumane bir tavırla “2.50 miyop var bende canım, ondan görmedim seni,” yalanını gönül rahatlığıyla yapıştırıyorum. Hal bu ya, tanıdık veya bir yabancı ile ayaküstü edilecek basit sohbetlere dahi halim kalmamış. Aklım yeryüzünü mesken edinen insanlığın avucunda düğüm olmuş meselelerle dolu. Samimiyetin belini büken -mış gibi muhabbetlere ayıracak zamanım yok, vaktim de doluyor. Her gün bir selâ daha okunuyor. Makamını kestiremesem de ruhunu henüz teslim etmiş soğuk bir bedenin son marşı inceden çalınıyor kulağıma. 

İnsanlığın avucunda düğüm olmuş meseleler… Kalemim, dünyayı ben kurtaracağım keskinliğinde olsa da yüreğim korkuyla atıyor. Tartışması en güç iki kavramı harmanlamak, iki kürekkemiğimin ortasındaki ağrıya bal kaymak oluyor. Müsaadenizle tek nefeste söyleyip ağrıma inecek bir kırbacın daha acısını sindirmek için köşeme biraz çekileceğim: Şiddet ve Aşk. Şlak! 

Gözlerimden akan yaşa aldanmayın, zaten hiç dinmiyor. Musluğun başı epeydir bozuk. Bedenimdeki yaralar da kaşarlandı, artık hissetmiyorum. Asıl derdim sonu gelmeyen şüphelerimle kurulmuş sorgu masasına bıraktığım vicdanım ile zihnim arasındaki gerginlikte. Nasıl oluyor da insan denilen mahluk, su götürmez iki gerçeğin pençesinde leş bir canavara dönüşüyor? Vicdanım şiddetin her türüne sızım sızım sızlarken zihnim aşk denilen efsunlu duygunun hiç edildiği yaban ellerden gelen tokatları savurmaya çalışıyor. Yanlış anlaşılmasın, kişisel bir mesele değil bu. Aşk derken de sonunda sevgilinin dudağından alınan zehirle biten efsaneyi kastetmiyorum. Yahu aşk iki kişinin arasında yaşanan romantik bir duygudan ibaret değil ki! Evlat aşkı var misal, vatan aşkı, evlerden ırak para aşkı, yaratıcıya duyulan aşk… Şiddet de sadece kan gövdeyi götürüyor sahnelerinde göstermiyor dişlerini. Psikolojik baskı listemde zirveyi kaparken ihmal edilen körpe yavrular için ayrı bir başlık atıyorum. 

Âdem ile Havva toprağa ayak bastığından beri şiddetin ve aşkın da dünyaya gözlerini açtığına eminim. Zaman geçiyor, nesiller değişiyor ama onlar farklı maskelerle halayın başını çekiyor. Çünkü her seferinde birilerine süslü ve ilgi çekici geliyor. Ellerinde de pullu kırmızı mendiller… Bilirsiniz şiddet ile aşkın rengi kırmızıdır. Taze etin kokusuyla yalanan şiddetin gözleri de kıvrak figürleriyle kendinden geçen iki bedeni oradan oraya savuran aşkın dansı tango da kırmızıya boyanmıştır. İnsanı kışkırtan bu iki kavram aynı zamanda bir var olma biçimi olarak karşıma çıkıyor. Antik Yunan’da felsefeyi doğuran sonsuzluk ve iz bırakma isteği şiddetin rengine bulanınca kendisini tanrı ilan edip kullarından itaat bekleyen güç manyağı zavallıların hayat felsefesine dönüşüyor. Sonra da akşam haberlerinde kıskançlık krizi maskesi altında sözde sevdiği kadının canına kıyan şeytanların suratlarını görüyoruz. Ata sözüne meyletmeyen çiçek gibi gençlerin bir kurşunla solduğunu duyuyoruz ya da sadece tükürükler saçarak söylenen aşağılayıcı kelimelerle bir çocuğun nasıl sindirildiğini adımız gibi biliyoruz. Çarpıtılmış anlamıyla şiddetinin sevgisinden olduğunu sebep gösteren insafsızların nefes aldığı bir yüzyıla denk gelmek benim seçimim değildi. Sizin de… Sorgu masamda bu anlam ilk ders olarak işlendi ve hüküm defteri en aşağılayıcı küfürler ile mühürlendi. Çemberi bireyden topluma genişletecek olursak totaliter rejimlerin çatısı altında yaşayanların aldıkları nefes bile haram. 

Yavaştan Auschwitz’e geliyorum bile. Kötülük problemi üzerine tartışan Hannah Arendt, eski Nazi subayı Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki davasına gözlemci olarak katıldığında, adamın insanlık adına işlenen en büyük suçlardan biri olan soykırım ile ilgili oldukça sıradan ifadelerde bulunmasına karşı şaşkınlık içindeydi. İnsanlar sanık koltuğunda biçimsiz bir canavar beklerken Eichmann’ın iddianameye göre suçsuz olduğunu savunması, her eylemini yalnızca Nazi hükümetinin hukuk sistemine dayanarak bir görev adamı bilinciyle yaptığını sıradan bir şekilde ifade etmesi hayret vericiydi. Arendt, Eichmann’da idealist bir yaklaşıma rastlamadı, onu güdüleyen üstlerinden aldığı emirleri yerine getirerek daha iyi bir asker olma niyetindeydi. Dava sonunda durumu, tartışmaya hayli açık “kötülüğün sıradanlığı” kavramı ile açıklayan Arendt, buna sebep olarak da fikirsizlik ve düşünce yoksunluğunu öne sürdü. Öyle ki kötülüğün arkasında daima canice sebepler aranır fakat asıl dehşet verici olan son derece normal insanların bulaştıkları suçları oldukça normal karşılamaları ve yaptıkları üzerine düşünmek için dahi çaba göstermemeleridir. Arendt için bu çağın en büyük sorunlarından biridir. Bana sorarsanız da muazzam (!) bir görev adamı olan Eichmann’ın kendi olmaktan yoksun bir karaktersizliği vardı, fakat insan olmanın dayanılmaz ağırlığından dolayı bir şekilde var olmaya mecburdu. Belki de gördüğümüz sindirilmiş kendiliğinden ziyadesiyle nefret eden bir insanın yancılık maskesiyle şiddete başvurarak var olma biçiminin acınası hikâyesinden başka bir şey değildi. En sonunda bizlere kalan yine kırmızıya boyanmış bir kötülük sahnesi…

Aşkın defteri ise hayli kabarık, sayfaları eciş bücüş el yazmalarıyla dolu. Abdalların sazında yaşam bulan bu kutsal duygunun yalnızca romantik ilişkilere indirgenmiş olmasına ayrı üzülüyorum. Yine de bu mevzuyu biraz eşeleyelim isterim. Aşkın tohumu ötekinin gözlerinde değildir. Karacaoğlan’ın “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmadıkça” dizelerinde anlatılmak istenen de budur aslında. Bencil bir zihniyetten ziyade, “o güzelin benim içimde bir yansıması yoksa isterse dünya güzeli olsun bana ne fayda” diyor âşık. Fakat aşk da bir kere çarpıtıldı ya, sevdasından dağları delen Ferhat, son model arabasının camından fırlayan bisepsleriyle poz kesen Berkecan’a; “Mecnun bu çirkini mi sevmiş?” dedikleri Leyla için, “Siz bir de onu benim gözümden görün!” diyen Mecnun’un Leyla’sı, her gün değişen suni güzellik algısıyla kafayı bozmuş Pelinsu’ya tahtını kaptırdı

Dahası siz tarihte hangi âşığın benlik iddiasında bulunduğunu gördünüz? Aşk bir yerde benliğini yok etme sanatıdır. Şems’in etrafında yana yana dönen pervanenin aşkı bu sanatın en nadide eseri değil midir? Fakat aşk çarpıtılmış manasıyla yine kendilikten yoksun kişilerin koluna taktığı sevgilide vücut güzelliği, cüzdan şişkinliği gibi kriterlerin eleğinden geçer oldu. Bana sorarsanız Eichmann’dan farkları yok. Sende olmayanı, var olan ötekinde arayıp adına aşk demek başka acınası bir hikâye. Lakin sarkastik bir tavırla, aşkın geçici heveslerle dolu şişelere atfedildiği keçiboynuzu tadındaki romantik ilişkileri de durum komedisi olarak perdeye uyarladım. Arada izleyip gülüyorum. Oysa ki aşk, insanın bir nefeslik ömründe onu her sabah sıcacık yatağından kaldırıp güne hevesle başlamasını sağlayan her şey olabilir. Mis gibi dava aşkı misal, Eichmann’ınki gibi değil yalnız! 

“Yazmasam deli olacaktım” diyen Sait Faik de bininci denemede ampulü bulan Edison da bir âşık. İlk Türk kadın kimyager olmanın haklı gururunu taşıyan Remziye Hisar’a babasının taliplerinden birini seç baskısına rağmen Marie Curie’nin öğrencisi olmayı seçtiren aşkın bizzat kendisidir. Yunus Emre’ye 

Cennet cennet dedikleri, 

Birkaç köşkle birkaç huri, 

İsteyene ver onları, 

Bana seni gerek seni dizelerini söyleten de. 

Şapkalar hazırsa önümüze koyup düşünelim: aşk, nesnesini başka bir öznede bulduğu zaman var olmuyor aslında. Âşık kendinden çıkan bir tohumla sevgiliye koşuyor. Öyleyse kendinden yoksun biri nasıl sevebilir? Severse onunki sevgi midir yoksa boşluğunu başkasında arayarak girdiği beyhude bir var oluş biçimi midir? 

Buradan bakınca insanlığın şiddet ve aşkın çarpıtılmış manalarıyla neyi aradığını görmek mümkün: Değer biçmediği kendine bir varoluş şekli! Kendinde değerli olan ne ötekinde arar kendini, ne de ötekinin üzerinde kurduğu baskıyla var olur. Belki de şiddet ve aşkın rengi kırmızı değil de gök mavisidir ya da kırmızının huzurlu bir tonu. Şimdi dibini sıyırdığımız bu iki kavramın bambaşka hatta belki de en gerçek ve öz anlamlarını ele alalım. Hayal etmenizi istediğim ışıltılı bir var oluş hikâyesi var: Dişi bir kelebek heves ve telaşla yumurtalarını bırakacağı doğru yaprağı arıyor. Narin kanatlarını her çırptığında gövdesi de bir o kadar narin bir titremeyle irkiliyor. Çünkü heyecanlı, içi içine sığmıyor. İşte orada, en yeşilinden leziz mi leziz bir yaprak! Bıraktığı yumurtalar bir süre sonra kırılıyor, minik ama obur tırtıllar yumurta kabuklarını aşırırken gövdeleri günden güne büyüyor. Artık derin bir inziva vakti. Yaprağa sımsıkı tutunarak kozasını örmeye başlıyor. Metamorfoz! Geçirdiği dönüşümün her aşamasında kanatlanıp uçacağı ilk anı hayal ediyor. Kanatlarını oluşturan dokuları özellikle besliyor. Zaman doldu! Kozasından çıkmak için gösterdiği gayret, şiddetin en ham hali! Sakın ha müdahale etmeyin, o kendisini var edecek gücü içinde zaten taşıyor. Belki biraz zorlanıyor ama sonunda erişeceği özgürlük için ilmek ilmek dokuduğu kozasını şiddetle yırtmak zorunda. O artık bir kelebek! Hayalini kurduğu muazzam varlığına aşkla yürüdü aslında. Olmak aşkı, şiddetin en güzel haliyle son buldu! Kırmızı benekli kanatlarına bakar mısınız, aynı renk bambaşka bir anlamda vuku buluyor. Gayretini ayakta alkışlamak için müsaadenizle yerimden kalkıyorum. Aklınızdaki soruyu hemen cevaplayacağım, gözüm hâlâ uçmak için kanatlarındaki tatlı doğum sızısının dinmesini bekleyen kelebekte.

İnsanın değeri kelebeğin hikâyesinde gizli. Değer, varlığını kanıtlamak ve ona yürümek adına içinde kuvve halindeki potansiyeli kendisi için sonuna kadar kullanan tırtılın gövdesinde. İnsan dünyanın yer yer taşlı kimi zaman da lavanta kokulu yollarında yürürken potansiyelini ya başkalarının gözünde arıyor ya da içindeki gücü daha masum olanlara tanrılık taslamak için kullanıyor. Bundandır ki şiddet ve aşk aslında yüzyıllardır zincirinden boşalmış bir canavar edasıyla ortalığı yakıp, her geçtiği yolu ateşe veriyor. 

Ateş kırmızısı… Oysa ki kelebeğin tek yatırımı kendisine. Özü de kelebek sonunda dönüştüğü varlık da. İnsan olmanın değerini bilmek de ince bir mesele azizim! Yoksa dünyada her doğan bir gün ölüyor. Mesele yaşarken değerini bilerek kelebek gibi özüne aşk ve şiddetle yürümek! Aksini yaşayıp yaşattığımız sürece kan gövdeyi de götürür beraberinde, kalpleri de söndürür. Şiddet köhne sokaklarda pusuya yatarken aşk kendini bedenlerde yitirir. Bizler de elimiz kolumuz bağlı yitip giden canlara, hayatımıza, taze heyecanlara, gençlere, geleceğimize ağlarken ince bir ağıt yakarız. İşte bir sela daha okunuyor!

Şimdi anladın mı vicdanım ile zihnimin oturduğu masayı ve başı bozuk musluktan sürekli akan gözyaşının sebebini?