Eski bir apartmanın en üst katındaki evimizin küçük terasında, güneşin son ışıklarını uğurluyordum. Manzara yerine, aşağıda beton denizi. Geceleri sahte bir ışık denizi ama en azından hayal kurmaya izin veren bir göz kamaşması… Bunları fazla düşünmemeye çalışıp günün yorgunluğunu atabilmek için tavşankanı çayımı yudumluyordum ki gözüm, az evvel oğlanın marketten aldıklarına ilişti. O da ne? Çilek reçeli kavanozunu elime aldım, evirdim çevirdim, içindekiler kısmına baktım, glikoz şurubu diye başlıyor, adını bilmediğim bir sürü kimyasal sıralanıyordu.
Ufuk çizgisi olduğunu umduğum karaltıya bakarak iç geçirdim. Anneannem düştü aklıma…
Beyaz patiska çarşaflar üzerinde domatesler, erikler, elmalar, çilekler… Renkli bir tarla gibiydi. Güzün ortalarıydı, hazırlıklar neredeyse bitmek üzereydi. Meryem anneannem işinin ehli kadındı. Gün doğumundan, gün batımına kadar huşuyla işlerine koyulur, kızgın güneşin altında teni pütür pütür olup çatlayana kadar çalışırdı.
Kendini bildi bileli, kışlık erzaklarını kendi elleriyle hazırlardı. Büyük bir huzurla, gurbetteki evlatlarına helal lokmalar hazırlarken, sürekli kıpırdayan dudaklarında dualar eksik olmazdı. Bereketli kadındı vesselam.
Mevsimine göre hazırlık yapardı. Mesela çilek reçelini bir yapışı vardı ki eline kimseler su dökemezdi. Bahçede yetiştirdiği mis kokulu çilekleri toplar, yıkar, kevgirde süzdürür sonra bol şekere gömer, ertesi sabah gün ışıyınca ocağa kor ve mutfak buram buram çilek kokardı. Çilek kokulu ellerini yıkar, peştamalının tersiyle kurular, onu hayranlıkla izleyen beni fark edince de başımı avuçlarının içine alır, “Alçiçeğim,” diye severdi. “Ne yersen osun…” derdi bir de.
Kalktım, dolaptaki çilekleri koydum ocağa. Tahta kaşıkla birkaç tanesini dışarı çıkarıp koklamak geldi aklıma. Kokuların sırtına binmiş dörtnala koşan çocukluğum, şimdi evimizin küçücük mutfağındaydı işte. Anneanneme rahmet okudum. Elleri çilek kokulu kadın…