Fatih’in arka mahallelerinden birinde, yıllardır önünden geçtiğim berber dükkânının kapısından içeri girdim. Beni görünce afalladı adam, endişeli bir ifade belirdi suratında. Bunu yadırgayacak değilim. Böyle bakıyor insanlar yüzüme, alışkınım. Ağır adımlarla aynanın önündeki boş koltuğa yöneldim.
“Buyur?” dedi telaşla. “Hayırdır?”
“İnşallah hayırdır kardeşim. Kesiver şu sakalı.”
Verdiğim cevaba şaşırdı, duraksadı. Uzun sakalımdan, kafamdaki takkeden, sırtımdaki cüppeden korkuyordu.
“Şaka yapar bir halim mi var heyhat!” dedim.
O an üzerime çevirdiği bakışlarını devirdi, başını sallayıp hızla önümde duran tıraş makinesine uzandı.
“Tamamdır beyim,” dedi. Seni buralarda hep görüyorum. Bir an şaşırdım. Kusuruma bakma. Hemen başlıyorum. Bu arada bir şey içer misin beyim, soramadım da.
Mahcubiyetinden mi şaşkınlığından mı nefes almaksızın, art arda diziyordu cümleleri. Elimi yavaşça havaya kaldırdım. Bu hareketim sükût istediğimi anlattı ona.
Az sonra aynada bambaşka bir yüzle karşılaşmış gibiydim. Biraz daha yaklaştım. Tanımadığım biriydi karşımdaki. Kafamdakini de çıkarıp tezgâha bıraktım. Adam da benimle birlikte bu yeni insana bakıyordu. Kendimi ilk kez görmüştüm. Ne tepki vereceğimi, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim. Ayağa kalktım. Üstüme yapışmış cüppeden kurtulmayı dehşetle istiyordum. O da anlamış gibi omzuma dokundu, dostça. Çıkardım. Başımı kaldırıp tekrar aynaya baktım. On iki yaşımdan bu yana ilk kez özgürdüm.
“Abi.” Dedim. “Mehmet benim adım.”