Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Belleğimde bir deniz beliriyor bu kitabı okurken. Eski zamanlarda, daha ben çocukken her sabah o denizde yüzerdim. Yaz ya da kış hiç fark etmezdi. Gözümü açar açmaz yeni doğmuş Caretta’lar gibi yan yan yürüyerek ona ulaşır, ayağımın altında ezdiğim çakılların şıkırtısını duyar duymaz onunla bütünleşirdim. Sessiz olurdu etraf. Güneş denizin içinden doğar, ısısını paylaşarak yükselirdi. Suyun üst katmanı serin, alt katmanları ılık olurdu. Su sıçratmadan yüzer, çevredeki ağaçlardan, kayalardan gelen sesleri dinlerdim. Bazen bir köpek havlar, bazen bir kuş öterdi. Balıkçı motoru pıt pıt koydan çıkarken horozlar ona güle güle derdi. Annemin pişirdiği ekmeğin kokusu buram buram denize yayılınca acıktığımı fark eder, kurbağa gibi bata çıka yüzerek hızla eve dönerdim.

Şimdi anılarımın üstüne biriken zaman onlara yeni bir boyut katıyor.

 

Bu kısa not Virginia Voolf’un Deniz Feneri’ni okurken sayfaların arasından Murat’ın önüne düşüverdi. Yıllar önce dedesi de bu kitabı okumuş ve özlemle kendi çocukluğunun denizini anlatmıştı. “İşte bu!” dedi Murat aradığını bulmuş olmanın sevinciyle. Şimdi o da dedesinin yaşındaydı ve tek dileği o denizde yüzmekti. Ancak dünya o dünya değildi artık. Dedesinden sonra hızla değişmiş, başkalaşmıştı. Bunu anlatmak kolaydı, ama bu yeni dünyada yaşamak çok zordu.

Sonra denizler kirlendi, içinde yüzülemez oldu. Karalar çoktan çöplüğe dönmüştü. Ağaçların çoğu büyük yangınlarda yok oldu. Kalanlar ise kuraklığa dayanamadı. Toprak onu kirleten insanlara küstü, ürün vermez oldu. Güzelim hayvanlar da payına düşeni aldı bu değişimden ve çoğu direnemedi. 

Sonra ‘İnsan sağlığı için üretilmiştir’ adı altında besin maddeleri, ilaçlar, aşılar, kimyasallar girdi evimizin kapısından, ağzımızdan, burnumuzdan. Anneler un bulamadı ekmek yapmak için. Artık Drone’larla naylon ekmek dağıtılıyor.

Sonra güneş yakarak cezalandırdı insanları. Gün ağarınca dışarı çıkılamaz oldu. Kapalı alanlara ve oradaki yapay serin havaya mecbur bırakıldık. Günlerin bereketi karanlığa karıştı. İnsanlığa hizmet için üretilen yapay zekâya sahip aletler insanlığı hizmet dışı bıraktı. Biz doğal yoldan oluşanlar işe yaramaz, beceriksiz, aptal, güçsüz, virane bireylere dönüştük. Aynı aristokrasi gibi modamız geçti. Çürüyerek yok olup gideceğiz. Sonra Ra’ları saldılar üstümüze. Bakıcı adı altında. Ben ona Son-Ra diyorum, kızdırmak için ama boşuna, bu duygu onun donanımına eklenmemiş. 

Son-Ra balkona çıktı. Murat hızla mutfağa girdi. Derin dondurucudan çıkarttığı buzu avuç içinin en etli yerine, baş parmağıyla bileğinin tam ortasına bastırdı. Canı yanana, eti buz tutana kadar bekledi. Sivri uçlu bıçağı var gücüyle o noktaya sapladı. Derinlemesine bir delik açtı. Bıçağın ucu bir maddeye değince yarayı genişleterek bıçağı geri çekti. Pantolon cebine sakladığı cımbızla etinin içine gömülü parçayı çekip çıkarttı. Toplu iğne başından az iri bir silisyum yongası artık iki parmağının arasındaydı. Eli çok acıyordu. Yarayı sarıp kapattı. Acı umurunda değildi. Mazoşist gibi zevk almıştı bu işlemden. 

Karl Menninger 1938 yılında yayımlanan kitabında şöyle yazmıştı; ‘Korkular bize öğretilmiştir. İstesek onlardan kurtulmayı da öğrenebiliriz.’ Onu okuduğu günden beri bu bakış açısı aklını başından almış, kokularıyla yüzleşerek onlara baş etmeyi öğrenmiş ve esaretten kurtulmak için acıyı seve seve kabullenmişti.

Yongasız yaşamıştı ömür boyu, yongasız ölmek istiyordu. Oysa çeşitli bahanelerle (Hastalık veya kaza anında hemen ulaşmak için vb.) yerleştirdikleri bu yongalar Truva Atı gibiydi. Donanımına bir dizi casus, kim bilir daha kaç adet tümleşik devre paketlemişlerdi… Sebebi korkuydu. Bilgiyi başka güçlere kaptırma korkusu. Bu aynı zamanda parayı kaptırma anlamına da geliyordu, çünkü bilgi para demekti, çok para.

Salaklar, artık Murat’ın buluşlarının eski bir zamana ait olduğuna inanmıyorlar hâlâ kurcalamaktan vazgeçmiyorlardı. 

Son-Ra balkonda oturmaya devam ediyor, güneşe doğru açtığı kapaklarıyla fotovoltaik hücrelerinin  dolmasını bekliyordu. Göğsünde ve avuç içlerinde yer alan bu kapaklar onun can damarıydı. Tüm bedeni insandan alınan moleküllerin kolajen jeli içinde çoğaltılmasıyla üretilen ve aynı bizim tenimize benzeyen bir deriyle kaplanmıştı. Bu da Murat’ın her zaman gurur duyduğu buluşlarından biriydi. Ancak o bunu yaralanan insanlar için üretmişti. Bu sümsük Ra’ların insan derisiyle kaplanmasına hiç gerek yoktu. Poliamid kaplama nelerine yetmiyordu sanki…

Son bir haftadır çok uğraşmıştı Murat. Son-Ra’yı bir an boş bırakmamış, enerjisini tümüyle tüketene kadar olmadık arzularını sıralamıştı. Kafası pek çalışmayan Son-Ra onun bütün isteklerini yerine getirmek üzere programlanmış olduğundan Murat’a hiç karşı çıkmamış, hatta bir ara o istiyor diye dans bile etmişti. Böylece bütün gücü tükenmiş, enerji göstergesi sinyal vermeye başlamıştı. Sonuç buydu işte! ‘El mi yaman, bey mi yaman?’ 

Yaşlanmış olsa da Murat bir bilim insanıydı. Kafası çalışıyor, bu kaçış için aylardır hazırlık yapıyordu. Emindi, onlar tek bir yongayla yetinmez, bütün aletlere, hatta giysilerine bile yonga koyarlardı. Bu nedenle aylar önce bir gece Son-Ra’yı atlatıp gizlice ikinci el kutusundan aldığı kıyafetleri evin yanındaki pastanenin tuvaletine saklamıştı. Üstündekilerle değişmek için sıvıştı evden. Ne telefon ne gözlük aldı yanına. Son-Ra çok geçmeden enerji dolar, ona tebelleş olurdu. Ondan önce pastaneye ulaşıp üstündekileri ve parmakları arasında sımsıkı tuttuğu yongayı orada bırakmalıydı.

Tuvalette donuna kadar değişti. İkinci el don giymeyi göze alamadığından donsuz ve yongasız yeni bir yaşama başlamak için derin bir soluk alarak ilk adımını attı.

“Elveda Son-Ra artık beni bulamazsın. Elbette bu pastaneye gelecek giysilerimi ve yongamı bulacaksın, ama beni sakın arama!”

Sokaklar bomboştu. Sabah olmasına karşın ısı çok yükselmişti. Yaşlı bir adamın bu sıcakta adım atması bile olanaksızdı. Nereye saklanacağını çoktan kararlaştırmıştı. Hemen pastanenin yanındaki vergi dairesini gözüne kestirmişti. Yönetime ait her yer serin olurdu. Ayrıca onu orada aramak Son-Ra’nın hiç aklına gelmezdi. Duvarlara sürtüne sürtüne büyük bir çabayla ulaştı serinliğe. Dikkat çekmeden tuvalete girmeyi başardı. Kapıya önceden hazırladığı ‘Bozuk’ yazılı kartonu yapıştırdı. Çok yorgundu. Gece hiç uyumamıştı. Eli sızlamaya başlamıştı. Kıvrılıp yere yattı ve hemen uyuya kaldı. Rüyasında dedesinin anlattığı denizi gördü. Lacivert, ışıl ışıl, dümdüz, ufuk çizgisinin bile ötesine uzanan bir deniz. Artık Murat’tı o denizde yüzen. Dede ve Murat aynı kişiydiler.

Vergi dairesi kapanmadan uyandı. Kapıya taktığı kartonu öylece bırakıp sinsice güldü. Şimdi çalışanların arabalarına soğuk su püskürtme zamanıydı. Çıkıp saklanmak için çok uygun, diye düşünerek fırladı ve serinletilmiş arabalardan birinin içine gizlendi. Planlayamadıklarına kader karar verecekti. Hangi görevlinin arabasıydı bu ve nerede oturuyordu? Bu soruların cevabını bilmiyordu ancak önemli olan Son-Ra’yı atlatmaktı.

Araba bilmediği bir sokakta, bir evin önünde durdu. Saygın hesap uzmanı (Bunu yol boyunca yaptığı konuşmalardan anlamıştı) arabadan inince bir süre bekledi Murat. Çevrede kimse olmadığından emin olunca sıyrılıp indi arabadan, hemen gecenin karanlığına ve serinliğine sığındı. Havayı koklayarak denizi bulacağına inanıyordu. Kokusu da çok değişmişti son yıllarda. Burnunun dikine ağır ağır yürüyordu şimdi. Sokaklar kalabalıktı. Geceler uygundu her tür gereksinim için. İnsanların arasına katıldı dikkat çekmeden. Yarasalar insan kılığına girmiş ya da bunun tam tersi olmuştu. Bu konuya kafa yormaya değmezdi. Ölü balık kokusuna doğru yoluna devam etti. Birden karanlığın içinden önüne atılan bir gençle çarpıştı. 

“Pardon delikanlı, göremedim. Deniz ne tarafta biliyor musun?”

“Bilmiyorum, ama gözlüğüme kodlayabilirim. Senin gece görüşün yok mu?”

“Var elbette ama bozuk, evde bıraktım. Bilirsin petek hücre arızası. Yönetim yenisini göndermekte gecikti.”

“Boş ver be amca, benden sana kıyak olsun, şimdi bulurum. Gel bak sen de gör. Deniz çok uzak buradan sabaha kadar bile yürüsen varamazsın.”

“Olsun, zarar yok.”

“Gün doğunca saklanacak yerin var mı?”

“Yok.”

“Amca sen bu yaşta burada… Garip bir durum. Şunu bana en baştan anlatsana.”

“Evlat haklısın ben evden kaçtım.”

“Hiç korkmuyor musun kavrulup yok olmaktan… Neden kaçtın evden, kime güvendin?”

“Kimseye… Sadece kendime güvendim. Sebep ise Ra. Onları bilir misin?”

“Kim bilmez Ra’ları? Demek senin özel bir bakıcın vardı. Anlaşıldı sen özel birisin.”

“Vaktiyle evet. Birkaç önemli buluşum olmuştu. Ancak bütün bildiklerimi unuttum artık. Yönetim buna inanmıyor, bildiklerimi başka güçlere satarım diye beni gözetim altında tutuyor. Bu nedenle sardılar Ra’yı başıma. Baksana ne kadar yaşlıyım, satıp para kazansam ne işime yarar sanki…”

“Senin Ra Kaç numara?”

“II0 RA III00III. Ben ona Son-Ra diyorum, ikimizin adına.”

“Anlaşıldı. Sana kötü mü davrandı? Neden kaçıyorsun ondan?”

“Çünkü bıktım. Bana çok iyi davranıyor ancak ‘Sen bana aitsin’ diyor ve sürekli beni gözlüyor. Ben her zaman kendime ait oldum ve öyle öleceğim. Bir makine değilim ben, insanım.”

“Aldırma be amca! Ra’ların kafası pek çalışmaz. Onlar senin bakımından sorumludur. Yedirir, içirir, temizler, onarır. Boş konuşmuş işte. Ona darılıp yollara düşmek akıl işi değil. İstersen evine dönmene yardımcı olabilirim. Yönetimden sana yeni bir Ra isteriz.”

“Yok istemem, ben kararımı çoktan verdim. Tek istediğim denize ulaşmak. Yönüm doğru mu, sen bana onu söyle.”

“Doğru, ama denize varınca ne olacak?”

“Ne olacak, içine girip yüzeceğim.”

“Şaka.”

“Yok evlat, şaka filan değil. Bu benim son dileğim.”

“Amca beş dakika izin ver bana, acil bir konuşma yapmam gerek.”

Genç yoldan saparak hızla gözden kayboldu. Murat dümdüz ilerlemeye devam etti. Bu yeni yetmelere de hiç güven olmuyor, bu karanlıkta beni bulamaz bir daha, sıkıntılı oluyor bunlar… diye düşünürken genç birden önüne atladı yine.

“Beni nasıl buldun bu karanlıkta?”

“Saç telinden.”

“Anladım sen de onlardansın. Saç teli vericisi, bak bu hiç aklıma gelmemişti. Bunak herif, bir de bilim insanı olacaksın.”

“Murat amca, demin yönetimle konuştum. Senin kendine ait olduğuna inandılar ve seni denize ulaştırma görevini bana verdiler.”

“Oh sonunda! Ya sen kimsin?”

“Adım Ye-Zit. Ben son modelim ve en akıllıyım. Kısaca yeni bir buluşun varsa, insanlığın yararı için lütfen paylaş benimle.”

“Bırak bu martavalları Ye-Zit. Ben her buluşumu insanlık için yaptım. Hepsini para kazanmak için kullandılar. Sonuç bu işte…”

“Son-Ra sineklerle yaptığın çalışmalardan söz etmiş yönetime.”

“Evet, boş durmamak için sinekleri eğittim. Artık beni sokmuyorlar.

“Murat amca kafa bulma benimle. Şimdi bin sırtıma, manyetik ulaşımla gidelim gün doğmadan.”

“Harikasın Ye-Zit.”

“Murat amca denize girince ne olacak biliyorsun değil mi?”

“Evet Ye-Zit, istersen sana asit, cıva, sülfür ve ağır metallerin deniz suyundaki oranını tek tek sayabilirim. Ayrıca radyasyonu da atlamamak gerekir. Ama hiçbirinizin bilmediği bir şey var. Ben aslında dedemin denizinde yüzeceğim.”

“Tamam o zaman kapa gözlerini ve aç, işte geldik.”

Murat hemen yere idi ve dönüp Ye-Zit’e baktı. “Seni sevdim Ye-Zit” dedi ve hiç oyalanmadan karanlık suya atlayıp yok oldu.