Bu sabah kahvaltıyı hazırlarken salatalığın bittiğini fark ettim. Datça kekikli zeytinyağını mevsimin son bahçe domateslerini dilimleyerek yumurtaya ekleyip, üzerini taze fesleğen yapraklarıyla süsleyip ‘yenilik’ sevinci yaratayım istedim. Başardım da.
Öz sular yavaş yavaş çekilirken, cepten harcanan zindelik yerini bitişe bırakırken, dünya güneşten uzaklaşarak dönmeye durmuşken, neyse ki ufacık hoşluklar anlık da olsa yeni canlanmayı getirmeyi sürdürüyordu.
Tuna’nın gözleri parladı. Hastalığının en koyu dönemindeki babam da kederden çatılmaktan göz kapaklarının üzerine düşen kaşlarını biraz olsun yukarıya kaldırıp baktı…Hatta bu kadarla da kalmayıp gözlerini açtı, bakışlarını bana yöneltti ve gözlerimin içine bakarak, çocukluğundan beri korumayı başardığı saf ve utangaç tavrıyla anlatmaya başladı.
Sesi mecalsiz, titrek, güçlükle gırtlağının ortalarından yankılanarak çıkıyordu, ama anılarıyla öyle doluydu ki, kesintisiz anlatıyor, anlatırken de minicik lokmaları ağzına atmayı ihmal etmemesi gözümden kaçmıyordu:
On beş-on altı yaşlarında bir ergenken, bir gün, deli aklına estirip şimdiki adı Şenyurt olan Derbesiye’den kaçıp Suriye sınırını geçivermiş. Dönüp bir bakmış ki; kendisinden 6 yaş küçük kardeşi Memet arkasından geliyor. Git-mit…yok, döndürememiş geri…
Sonra bir otele gitmişler abi kardeş…Oteldeki adam pek ilgilenmiş, sevecen davranmış.
Bu iki çocuğa binanın üst katında aydınlık yer göstermiş. Üç tarafı pencereliymiş odanın…Uzun süre cama burunlarını dayayıp dışarıyı gözlemişler.
Derken babam, aşağıda, sokağın kaldırımına çömelip bir şeyler yapan kalabalığı merak etmiş. İnmiş aşağıya, arkasından yine kardeşi Memet de…
Hemen her yaştan erkeğin oluşturduğu kalabalığın içine sokulmuşlar usulca. Ellerinde yumurta olan iki kişi, birbirlerininkine sırayla, hiç acele etmeden vurup çekiyorlarmış. Kim kiminkini çatlatıp kırıyorsa, yumurtası kırılmayan yarışa devam etmeye hak kazanıyormuş.
Babam da istemiş bir tane. Kırılmamış babamınki. Bir tane, bir tane daha derken devam etmiş durmuş. Hiç kırılmıyormuş yumurtası babamın…Herkesinkini kırmış.
Kardeşi Memet sevinçli ve heyecanlıymış… ‘Kazandık, kazandık’ diye çığlıklar atmış.
Ne kazanmışlar hatırlamıyordu ama, “Ya patlayana kadar yiyip karnımızı doyurduğumuz haşlanmış yumurta ya da iki kuruş paraydı,” dedi babam.
Abisine son nefesine kadar hayranlığını bildiğimiz Mehmet amca, biz duymadık ama, hep anlatır dururmuş bu başarı hikâyesini yaşamı boyunca.
Babam aradan ne kadar zaman geçti bilinmez, zafer sarhoşu iki kaçak başka bir ülkenin bambaşka yerlerinde pervasızca gezip tozup dolaşırken, demeğe kalmamış, Allah gibi korkup saydıkları, aşiretin büyüğü Ammo Sait’i karşılarında görüvermesinler mi? Onları aramaya çıkmış koca amcaları.
Ben, “Neden dedem değil de büyük amca?” diye sorunca, babam bitkin yüzünde muzip ve görmüş-geçirmişliğin hoşgörüsüyle dolanan hüzünlü gülümsemesiyle, sanki bir daha hiç konuşmayacakmış gibi uzunca bir süre durdu durdu: “Babam saf ve savruk, nerde sabah orda akşam, aklı beş karış havada, esrik biri olmasaydı o kadar temiz kalabilir miydi?” dedi.
Titreyen elleriyle yumuşak peynirden bıçağının ucuyla bir parça daha alarak, koparıp hazırladığı ekmek lokmasına sürdü.
Bastırmağa mecali olmadığı için düşürüp de beceriksiz görünmemek uğruna gücünün üzerinde özen gösterdi, bu da yordu onu… Kesilen soluğuyla dudağını bükerek gözlerini yumdu. Hâlâ kopkoyu, gürlüğünü yitirmemiş kirpiklerini hülyalı gözlerinin çukurluklarına bastırdı…
Belli belirsiz sızan ıslaklıktı azıcık.
Ağlıyordu.
****
Bahçedeki son domatesi kopardı, avucunun içinde ovaladı, kokusunu içine çekti. Sabahın erkeninde daha bir cömertti domates, kokusunu salmakta sanki. Gelirken yanında getirdiği kekiklerden bir tutam aldı, avucunda ovalayıp serpiştirerek süsledi dilimlerini. Komşusunun zeytinlerinin yağını gezdirdi gıdıklarcasına domateslerini. Dalından kopardığı için özür dilercesine şakalaşıyordu böyle. Fesleğenlerle de süsledi yine, gönlünü aldı.
Çaydanlığın usulca tıslamasıyla çayın tazecik, nazenin lezzetini damağında hissetti. Kızarmış ekmeğin zetinyağıyla şımartılmış olması da domateslerine bir ikram olacaktı yemeden önce üstüne yatırdığında. Böyle düşündü, içini çekti.
Masaya kuruldu. Tuna da yoktu, babası da artık. Yalnızdı.
Radyoda çoluk çocuk onca insanın hastane baskınıyla öldüğünü, paramparça olduklarını, kömürleştiklerini, kana bulandıklarını, çaresizce kısıldıkları yerde bir oraya bir buraya deliler gibi koştuklarını, kucaklardakilerin yanlızca bir avaz, bir gözyaşı olduklarını anlatıyordu birileri. Yer kürenin öfkeden kükrediğini de, bombacılara sarılıp sırtını sıvazyan bunak ülke başkanlarını da…
Çocuk babasının ve çocuk amcasının evlerinin bahçesinden çıkıp uçsuz bucaksız kırlığı beyaz entarili çocuk bedenleriyle koşturarak geçtikleri zümrüt yeşili sınır gözlerinin önüne uzandı.
Onları sorgusuz sualsiz oteline kabul eden otelci de, aralarına alıp oyunlarına katan yumurta oyuncuları da,çocukları aramaya gelen amcalar da yanlızca dostluk biliyorlardı. Hepsi aynı mayadan aynı kandan,candandılar.
İçinde sızı duydu. O topraklar ait oldukları bu topraklardı işte. Evlerinden kaçan çocuksu ruhlara kucak açan toprak ana, şimdi oğullarını topluca gazabıyla yakıp yokediyordu. Değişen neydi peki?
Koyu kirpiklerini göz çukurluklarına sıkıca bastırdı. Belli belirsiz sızan ıslaklıktı azıcık. Yüreğinde kor sıcaklık.
Ağlıyordu …
Ekim/2023