Tülin Kozikoğlu, yazdığı birbirinden ilginç okul öncesi kitaplarıyla Türkiye ve dünyadaki genç okurları büyülemeye devam ediyor. Onunla, dergimizin “aidiyet” temasına son derece yakın duran kitabı Dönme Dolap’ı konuşmadan olmazdı. Savaş ve göç hakkında yazılmış şiirsel ve insanın içini burkan çocuk kitaplarından biri Dönme Dolap!  İki farklı aile ve çocuklarının karşılıklı ve farklı öyküsü… Meraklı okurlarımız için Tülin Kozikoğlu ile diğer kitapları üzerine  yapılan söyleşiyi de Zeytin Dalı bölümümüzde bulabilirsiniz. 

 

Bu karşılaştırmalı bir çocuk kitabı. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? Ne zaman ne değişti?

Sorunuzu ikinci bölümünden yanıtlamaya başlayacağım. “Ne zaman ne değişti?” diye sormuşsunuz. Hiçbir şey değişmedi. Diğer tüm kitaplarımda da yazma motivasyonum bir şeylerin değişmesi değil, tersine yıllardır aynı olması. Kitaplarımı yıllar boyunca sabit şekilde beni rahatsız eden meseleler üstüne yazıyorum çünkü. Başka türlü nitelikli bir eser çıkarmak pek mümkün olmuyor kanımca. Dış gözlem değil, iç gözlem yaparak yazan biriyim. İçime dönerek yazdığım zaman daha samimi ve etkili metinler çıkarabildiğimi görüyorum. O yüzden de kendi çelişkilerimi, çatışmalarımı, meselelerimi kitaplaştırmak hoşuma gidiyor. Benim için sağaltıcı oluyor. Bu bazen kendi kızımla, bazen eşimle dostumla veya iş arkadaşlarımla, bazen sadece kendimle, bazen de tüm dünyayla yaşadığım bir çatışma oluyor. Çocuk kitabı yazarlarının daha “çocukça” meselelerde yazmasına alışık olduğumuz için olsa gerek, uyku problemi, paylaşma, öfke kontrolü, kardeş kıskançlığı, mevsimler, tırtılın kozadan çıkıp kelebeğe dönüşmesi veya arkadaşlık falan gibi konulardan sonra Dönme Dolap gibi bir kitap çıkınca ortaya, “Ne değişti?” sorusu geliyor. Oysa dediğim gibi, hiçbir şey değişmedi. Hepimiz düşünen, hisseden insanlarız. Sadece her kafa yorduğumuz konuyu, her yüreğimizi acıtan meseleyi ilk günden kitaplaştırmıyoruz. Kitaplaştırmamamız o konuda bir duruşumuzun olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece henüz zamanının gelmediği anlamına geliyor. 

 

Göçmenlik ve mültecilik konusu önemli bir mesele ve bu konuda bir kitap yazmalıyım diye yola çıkabilen ve bu şekilde üretebilen bir yazar değilim. Ne zaman ki o mesele benimle kesişiyor, işte o zaman yazabiliyorum. Bir yazar çocuklara bakıp/gözlemleyip “Şimdi neye ihtiyaçları var? Bulayım da o konuyla ilgili doğruları onlara göstereyim” diye yola çıkarak bir kitap ürettiği zaman çocuklara hiçbir şey gösteremiyor bence. Hatta o tür kitapların çocukların ağzında “Ben şimdi sana bir güzel gününü göstereyim” minvalinde bir tat bıraktığını düşünüyorum. Çocuklar onlara “gününü gösteren” yazarların kitaplarını sevmiyorlar. Tam tersine kendi çelişkilerini, kendi çatışmalarını, kendi durduğu noktayı, o konuyla ilgili kendi görüşünü sadece masaya koyup ayrılan, o görüşü alıp almamayı okura bırakan yazarların kitaplarını seviyorlar. Yazarın kendi iç çatışmalarını, zaaflarını gösterdiği kitaplardaki samimiyeti hissediyor çocuk okur. Ben Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde okudum. Son sınıfta Engin Geçtan hocam oldu. Engin Hoca bir derste, “İnsanlar zaaflarında buluşur” demişti. Ben de okurlarımızla zaaflarımızda buluştuğumuzu düşünüyorum. 

Dönme Dolap’ın kurgusunu da bir utanç anında çıkardı zihnim ortaya. Kızım 14-15 yaşlarındaydı. Oturduğumuz apartmanın kapısından çıktığımız anda “kaldırımda” hızla giden bir motosikletle burun buruna geldik ve ben kızımı kenara çekip, “Dikkat,” dedim. Ardından yerdeki köpek kakası için uyardım. Köşeye geldiğimizde karşıya geçmek için adımımızı atan kızımı kocaman bir cipten korumak için, “Dur!” diyerek tuttum. Karşıya geçtiğimizde de ağaç budayan belediye görevlilerinin aşağıdan geçenleri umursamaması sonucu kafamıza düşeyazan daldan korunmak için kızıma seslendim. Ve sonra da “Güvenli bir şehirde miyiz, savaş alanında mı belli değil?!” dedim öfkeyle. Ve bunu dediğim anda derin bir utanç hissettim. Bu “kadarcık” meseleleri savaş alanındaki bir ebeveynin çocuğunu korumakla yükümlü olduğu ortamlarla bir tuttuğum için kendimden utandım. Utanç çok güçlü bir duygu. İnsana çok şey yaptırabiliyor. Bana da Dönme Dolap’ı yazdırdı. “Ne değişti?” sorunuza geri dönecek olursam… Tüm dünyanın/insanoğlunun yaşadığı göçmenlik/mültecilik sorunu benim de yüreğimi yakıyordu. Bu meselenin bana yaşattığı duygular hüzün, öfke ve çaresizlikti. Ne zaman ki bana yaşattığı duygu utanç oldu, işte o zaman Dönme Dolap çıktı. Değişen tek şey duygumdu anlayacağınız. Bence okurda da bu kadar karşılık bulmasının sebebi bu oldu. Anlatmak istediğimi iki aileyi (biri güvenli bir şehirdeki anne-oğul, diğeri savaştan kaçan baba-kız) karşılaştırarak, iki paralel öyküyle anlatınca okurda o güne dek göçmenlik/mültecilik konularıyla ilgili hissetmediği duyguları uyandırmayı başardık. Empati kaçınılmaz oldu sanırım. Yoksa göçmenlik/mültecilik konusunda benden bin kat daha bilgili, çok daha dolu dolu cümleler sarf edebilecek bir dolu entelektüel var memlekette/dünyada. Ama işte zihninizdeki düşünceler yerine kalbinizdeki duygular itici gücünüz olduğunda okurla buluşmak kolaylaşıyor sanırım. 

 

Hangi kitleye hitap ediyor bu kitap? Niçin? Bu kitabı en çok kimlerin okumasını istediniz?

Resimli çocuk kitaplarının okul öncesi ve ilkokulun ilk yıllarına yönelik yazıldığına dair bir kanı var ülkemizde. Evet, çoğunlukla bu yaş grubu düşünülerek üretiliyor resimli kitaplar. Fakat bir de “yaşsız” dediğimiz kitaplar var. Dönme Dolap da onlardan biri. Bazen kitabı derste kullandığını söyleyen bir ilkokul öğretmeninden mesaj alıyorum, bazen ortaokul, bazen de lise… Bazen bir ebeveyn kendisinin kitabı her okuduğunda ağladığından bahsediyor, bazen de kitabı ezberden okuyan üç yaşındaki kızının videosunu yollayıp “Her gün en az on kez okutuyor bana” diyor. Tabii en ilginci o en minik yaş grubu. Sonuçta henüz ne savaşı biliyorlar ne de göçü. Ama kitabı yine de defalarca okutabiliyor ebeveynine. Küçük çocuklar aynı kitabı on kez, yirmi kez, bazen elli kez okumak isterler. Çünkü o kitap okurun zihninde veya kalbinde bir yaraya dokunmuştur ve bir kedinin yarasını iyileştirmek için defalarca yalaması gibi okur da kitabı defalarca okur. Kitap okurun yarasına merhem olur. Bence Dönme Dolap’ı beş yaşın altının defalarca okutmasının sebebi ebeveyn tarafından korunma ihtiyacı. Paralel ilerleyen her iki öyküde de ebeveyn aynı ikaz cümlesini sarf ediyor. Fakat bu cümleyi ebeveyne sarf ettiren ortam o kadar farklı ki! Örneğin, birinde anne parktaki köpek kakası için oğlunu uyarırken, diğerinde baba kızını mayın tarlası için uyarıyor. Ama ne olursa olsun, her iki öyküde de ebeveynlerin çocuklarını koruma motivasyonları ve çocuğun ebeveyn tarafından korunma ihtiyacı sabit… çünkü içgüdüsel. Hani bir önceki soruda demiştim ya, “Okurumuzla zaaflarımızda buluşuyoruz,” diye, bence minik okurların tam da bu zaaflarıyla buluşuyor kitap. 

Ve tabii bir de “oyun” meselesi var. Oyun çocuğun temel ihtiyacı. Bu iki paralel öyküde her ne yaşanırsa yaşansın çocuk zihni illa ki oyuna ulaşmayı başarıyor. Oyunla acıları sağaltmayı içgüdüsel olarak biliyor çünkü. Kitabın arka kapak yazısının da dediği gibi “Oyun hep var, umut hep var.” Diyeceğim o ki kitap küçük büyük, çocuk yetişkin her yaş grubuna hitap ediyor. Ama sizin sorunuza dönecek olursam, yani “Kitabı kimler okusun istedim?”i cevaplayacak olursam, galiba en çok Batılılar okusun istedim. En en çok, göç etmek zorunda kalanların Batılı bir ülkeye giderek güvende olacakları ve huzura kavuşacakları yanılgısında olan Batılılar okusun istedim. “Batılı kibri” dediğimiz bu bakış açısıyla yazılmış çocuk kitaplarının, göç etmek zorunda kalan okuru hesaba katmadan yazılmış olması beni çok rahatsız ediyordu. Güvenli olduğu varsayılan bir ülkede öğrencilerle dolu bir sınıf hayal edelim. Göçle ilgili bir kitap sınıfça okunurken güvenli ülkede doğup büyümüş, yaşamakta olan çocukla yan yana oturan, göç etmek zorunda kalmış çocuğun hisleri hesaba katılmadan yazılan bu tür kitaplar maalesef okura merhem olmak yerine yarasını daha da derinleştirebiliyor. Dönme Dolap yayımlandığı ay göçmen çocuklarla çokça çalışmış bir öğretmen sosyal medyada kitapla ilgili yaptığı paylaşımda, “İlk kez göçmen çocuklarımın kalplerini incitmeden paylaşabileceğim bir yolculuk hikâyesine rastladım,” diye yazmıştı. Bu sanırım aldığımız en muhteşem iltifattı. İşte bunu hesaba katmayan Batılılar bu kitabı okusun çok istedim. Ve dileğim gerçekleşiyor. Kitabımızın on farklı dile hakları satıldı ki bu on dilin arasında İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve İsveççe gibi diller var. Yani söz konusu olan göç ve mültecilik olduğunda “güvenli ülke” tanımına giren ülkelerin okurlarına ulaşıyor kitap. Göç eden için hiç de hoş olmayan “kurtarıcı” görevini üstlenme eğiliminde olan bu ülkelerin yetişkin okurlarında bir farkındalık yaratacağını ümit ediyorum. Ve tabii bizde de “ötekileştirme” yatkınlığı güçlü olan okurlara ulaşması en büyük arzum. Dönme Dolap’ı okuduktan sonra hepimizin aynı dönme dolabın yolcusu olduğunu ve benzer bir senaryonun kahramanı olma ihtimalinin hepimiz için geçerli olduğunu hatırlarlar umarım. Çocuk okurlara gelince… sözüm o meclisten dışarı elbette. Onlar zaten dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar aynı içgüdüyle okuyor ve içselleştiriyorlar kitabı. 

 

Bir söyleşinizde “Bu aralar, bu kitabın sosyal medyada çokça yer aldığını görüyorum,” demiştiniz. Ancak bundan mutlu olmadığınızı da ifade ediyorsunuz, neden? 

“Mutlu olmadığımı ifade ediyorum” demeyelim de, “sevinemiyorum” diyelim isterseniz. Kitabımız hatırlandığı ve paylaşıldığı için sevinmeliyim ama sevinemiyorum. Ne yazık ki sevinemiyorum. Çünkü bu kitabın sosyal medyada gündeme gelmesi dünya üzerinde bir yerlerde birilerinin evlerini, sevdiklerini, anılarını geride bırakmak zorunda kaldığı anlamına geliyor. Ne zaman bir savaş olsa ne zaman birileri güç sahibi birilerinin hırsları dolayısıyla evsiz barksız kalsalar, okurlar Dönme Dolap’ı hatırlıyor ve paylaşım yapıyor. İlla bir savaş da olması gerekmiyor… Doğa felaketleri de Dönme Dolap’ı gündeme getiriyor. Aynı evsizlik, aynı çaresizlik, aynı kayıplar, aynı bırakıp gitmeler, aynı hüzünler… Aslına bakarsanız iklim krizinin getirdikleri ve doğa ananın isyanı karşısında yaşadığımız felaketler öylesine büyük ki insanoğlunun bir araya gelip tüm güçlerini buna karşı (veya bunun için) birleştirmesi gerektiği bir çağdayız. Öylesine güçlü bir tehditle karşı karşıyayız ki aklımızı, enerjimizi ve vaktimizi asla ama asla başka bir şeylere harcayacak lüksümüz yok aslında. Buna rağmen nasıl hâlâ birbirimizi yiyip bitirdiğimize akıl sır ermiyor. Oysa ki doğanın bize yaşattıkları karşısında “güvenli” kelimesinin tanımı nasıl da değişebiliyor. Söz konusu olan bir doğa felaketiyse “güvenli ülke” olarak adlandırılan diyarların sahip olduğu güç de kifayetsiz kalabiliyor ve birileri anılarını, sevdiklerini, evlerini geride bırakıp yola çıkıyor. 

 

İki farklı coğrafyada iki farklı aile ve iki farklı çocuk… Bu çocukların büyüdükleri zaman aidiyet ve kimlik politikaları anlamında nerede durabileceklerini hayal ediyorsunuz? 

Bu sorunuza karşılık ben size, “Siz nerede durabileceklerini hayal ediyorsunuz?” diye sormak istiyorum. Çünkü kitabı tam da bunun için yazdım. Siz okurlarda göç/mültecilik/savaş gibi konuları düşünmeye bir motivasyon yaratmak için. Resimli kitap yazarlarının kendi yargılarını mutlak doğruymuş gibi sunmalarını doğru bulmayan bir yazarım. Okurda bir soru işareti uyandıran, okurun düşünmesine ve kendi “doğrularını” bulmasına yardım eden metinleri daha kıymetli buluyorum. Yazar kendi yargısını doğrudan söyleyen bir metin yazdığında “didaktik” kitaplar çıkıyor ortaya. Kitaplarımda bunu yapmamaya, “herkesin doğrusu farklıdır ve kabul etmesek de saygı duymalıyız”ı önceliklemeye çok özen gösteriyorum. O yüzden göç/savaş/mültecilik konularında “şahsi” fikrimi sorunuza cevaben detaylıca yazmayı anlamlı bulmuyorum. Kitabımda yazdığım/söylediğim kadarı ve söyleme şeklim bence yeterli. Fazlası kitabın büyüsünü bozacak, etkisini azaltacak gibi hissediyorum. Benim ne hayal ettiğimden çok okurlarımızın ne hayal ettiği/edeceği önemli. Çünkü hâlihazırdaki gidişatı işte o hayaller değiştirecek. Evet, belki…