Toronto’da yaşarken kış neden var diye düşünürdüm. İşe gitmek için sabah ayazında, isli bir karanlıkta yola çıkıyor, önce metroya ardından iki ayrı otobüse biniyordum. Uzun bir yoldu bu. Haftada beş gün, sabahlara, metronun çiğ ışığı altında hastalıklı görünen yüzleri, otobüslere zar zor taşınmış insan gölgelerini, kendini otobüse teslim etmiş suretleri görerek başlıyordum. Sanki otobüs hiç durmasa, başka bir yola direksiyon kırsa hepimiz orada öylece oturmaya devam edecektik.
Bu kış günlerinde, ikinci otobüsü kaçırmışsam başka bir otobüsle tuhaf bir yoldan gidiyor, çevresinde şekilsiz, metruk binaların olduğu kocaman, karlı bir arsayı boydan boya yürüyerek geçmek zorunda kalıyordum. Karlara bata çıka ilerlerken söylene söylene “kış neden var?” diyordum. Turgut Berkes’in şarkısındaki gibi: “Neden sonsuz olmuyor bahar, neden yağmalı bu kalpsiz kar?”
Bir süre sonra otobüslerde ara ara karşılaştığım iki yol arkadaşım oldu. Birisi annesiyle yaşayan İranlı bir adamdı. Göçmen hayatı süren hemen herkes gibi kafası karışıktı. Annesinin İngilizce öğrenmek istememesi, oradaki hayata karışmaya direnmesi onu düşündürüyordu. Yüzünde, bir ödev gibi yapışıp kalmış, çevresindekileri, kendisini, belki de en çok annesini ikna etmeye çalışan yalancı bir neşe vardı hep. Uzun uzun bazı özel İran yemeklerinin yapılışını anlatıyordu, bir tek o zamanlarda gerçek bir neşeye kavuşuyordu. Bir başka yol arkadaşım ülkeye yeni gelmiş Çinli bir kadındı. Bu şehrin de mevsimin de acemisiydi. İlk günden uzun bir sohbete dalmıştık. Hiç unutmam, üzerindeki eski kıyafetlerden dolayı özür dilemişti benden. “Daha eşyalarımı yerleştiremedim,” demişti. Bu mahcubiyet karşısında boğazım düğümlenmişti. Kar mı daha kalpsizdi dünya mı bilmem…
O göçmen şehrinin bilinçaltında, karanlık kış otobüslerinde pek çok ayrılık hikâyesinin ve zalim soğuğun travmaları geziniyordu. Başka hayallerle soluğu Toronto’da alanlar, ülkesinden gönülsüz ayrılanlar, dünyada kendine bir yer arayanlar, hiçbir yerin yerlisi olamayanlar… Bir de üstüne bu çetin kış, merhametsiz kar.
Yanımdan ayırmadığım bir deftere otobüs penceresinden gördüklerimi yazmaya başlamıştım. Bir şeyleri dayanılır kılmaya çalışıyordum. Şehrin günden güne biçim değiştiren, güzel bir sessizlikle gökyüzüne uzanan ağaçlarıyla (onlar da hayattaydı, evet!) böyle tanışmıştım. Önünde hep şehrin geri kalanından daha neşeli bir kalabalığın olduğu mahalle kahveleriyle de… Yazarken her şeyi biraz daha iyi görüyordum sanki, ellerimle, bütün bedenimle görüyordum. Yumuşak ışıkları titreşen, taze kahve ve kurabiye kokusuyla sarmalanmış, içeri adım atar atmaz küçük bir çıngırağın çaldığını hayal ettiğim bu küçük kafeler, şehrin avutucu sığınaklarıydı. Gelenlere küçük iyi bir şeyleri hatırlatıyorlar, belki de onları şöyle bir kucaklıyorlardı.
Raymond Carver’ın “Küçük İyi Bir Şey” diye bir öyküsü vardır. Hazin bir olay yaşamış bir çifti anlatır. Acıları tazeyken sabahın kör vaktinde bir fırına giderler Fırıncı dükkânını henüz açmamıştır. Fakat çiftin dertlerini öğrenir öğrenmez onları içeri alır, sıcak kahveyle fırından yeni çıkmış tarçınlı çörek ikram eder. Kederli çift, taze kahve, fırından yeni çıkmış çörek ve ekmek kokuları arasında fırıncının şefkatiyle teselli bulup orada oturur kalır. Fırıncı içinden der ki, iyi ki çiçekçi değilim de bu işi yapıyorum. Çiçek kokusundan çok daha güzel bu çörek kokusu. İnsanlara yiyecek sunmak çok güzel!
Kahve ve kurabiye kokusu, paylaşılan dertler, bölüşülen yiyecekler ve içimizin buzunu çözen o güzel hikâyeler… İşte karanlık kışlara eşlik eden birtakım küçük iyi şeyler! Belki de kış bu yüzden var, kim bilir…