Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

Bir hikâye anlatıcısı bomboş beyaz bir sayfaya ilk sözcüklerini nasıl yazmaya başlar? İlk cümleler nasıl belirginleşir? Peki ya sonrası? Karakterlerin, kurgunun oluşumu, metinle boğuşmalar derken rutini nasıldır mesela yazarın? Sabah gün ışımadan mı yazmaya başlar, geceleri el ayak çekildiğinde mi? Kafasını toplamak için mutlak bir sessizlik mi yoksa fonda çalan bir müzik mi gerekir? Nasıl bir süreçtir edebiyatçının yazma serüveni? Vapurda, metroda, kalabalık bir kafenin kuytu köşesinde koca bir roman, sarsıcı bir öykü yazılabilir mi mesela? Özellikle kadın yazarlar için Virginia Woolf’un dediği gibi “kendine ait bir oda” şart mıdır? Bunları düşünürken ünlü yazarların edebiyat tarihine geçmiş ilk cümlelerini hatırlıyorum. Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünün ilk cümlesi olan “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu”sundan Albert Camus’nun Yabancı’sında “Bugün annem ölmüş, belki de dün. Tam bilmiyorum” cümlesine; Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında “Mrs. Dalloway çiçekleri kendi alacaktı” cümlesiyle girişinden Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanına “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” ile başlamasına daha nice ilk cümleler.

 

Belki de edebiyat okurunun bu sorularla işi olmamalı ve okur sadece son ürüne odaklanmalıdır kim bilir? Öykü ya da romandan zevk alıyorsa, edebiyat onun ruhunu şifalandırıyorsa bu yeter de artar bile denebilir. Ben böyle düşünen okurlardan değilim doğrusu. Metnin yaratım süreci de benim için ayrı bir merak konusu. Yazarın çelişkileri, kıvranışları, yazma pratikleri, takıntıları ve daha pek çok şey ilgi alanımın dahilinde. Can Yayınları’ndan yeni çıkan Can Kozanoğlu ve Mirgün Cabas’ın derlediği İlk Sayfası. 25 Bölümde…Bir Nevi Yazar Atölyesi bu anlamda elimden bırakamadığım bir kitap oldu. İlk Sayfası, aslında aynı adla Storytel’de yayınlanmış podcast serisinin kitaplaşmış hali. 2018-2019 yılları arasında 25 farklı edebiyatçıyla yüz yüze yapılmış sohbetlerin bir derlemesi bu. İlk başta bir yazma atölyesi fikriyle yola çıkılmış. Yazar kitaplarından birini seçiyor ve bu kitabın ilk sayfası okunuyor. Ve sonra bu ilk cümleyi, ilk sayfayı ve kitabın geri kalanını nasıl yazdığına ilişkin sohbet başlıyor. Elbette konuşmalar sadece bununla sınırlı kalmayıp, edebiyat, yazım süreçleri ve hayatın geneli hakkında geniş bir çerçeveye yayılıyor. Şekerci dükkânındaki çocuk gibi büyük bir iştahla başladım okumaya. Daha önce podcast serisini dinlememiş biri olarak her şey benim için ilk ve yeniydi. Kimler kimler yok ki yazarlar arasında? Ahmet Ümit, Hakan Günday, Nermin Yıldırım, Başar Başarır, Müge İplikçi, Ayfer Tunç, Ercan Kesal, Yekta Kopan, Latife Tekin, Ayşe Kulin, Murat Menteş, Zülfü Livaneli, Behiç Ak, Doğu Yücel, Sevin Okyay, Mine Söğüt, Sezgin Kaymaz, Pınar Kür, Murat Uyurkulak, Cem Akaş, Alper Canıgüz, Hikmet Hükümenoğlu, Buket Uzuner, Saygın Ersin ve Celil Oker. Kitap da son dönemde yitirdiğimiz, yıllarca aynı üniversite çatısı altında çalıştığım polisiye yazarı sevgili Celil Oker’e adanmış. Kimi gerçek hayatta az çok tanıdığım, kimi bir şekilde yollarımın kesiştiği, kimi ise sadece okur olarak bildiğim isimler bunlar.

Onu erken kaybetmenin hüznüyle ve iflah olmaz bir polisiye sever olarak Celil Oker’in söyleşisinden başlıyorum okumaya. Benim de şimdilerde çok kafa yorduğum bir noktayı Oker beş yıl önce bakın nasıl ifade etmiş:

“Biz zaten birbirimizi öldürüyoruz. Erkekler kadınları, devlet insanları, herkes herkesi öldürüyor. Bunlar bazen kitle öldürmeleri haline dönüşüyor. Bunların bazıları açığa çıkıyor, bazıları da çıkmıyor. Sabah gazeteye baktığımda o onu, bu bunu öldürmüş, özetle öldürmenin çok olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Kitle katliamı yaparsanız o polisiye roman olmaz. Yani polisiye kurgu için özel cinayetler, birilerinin öldürülmesi gereklidir. Herkesin birbirini öldürdüğü bir toplumda, seçilmiş bir-iki kimsenin öldürülmesi üzerine bir şeyler yazmanın ve insanların onu okumasının doğru olup olmadığını şu sıralar çok düşünüyor ve bununla hesaplaşmaya çalışıyorum.” (s.257)

Öldürmenin bu kadar sıradanlaştığı günümüzde bir cinayetin anatomisi, gerilimi, muamması ve düğümü neden ilgimizi çeker? Yazar bunu zekice kurgulamak için ne yapmalıdır sorusu Celil Oker’in de epeyce zihnini kurcalamış. Sohbeti okurken yazarın unutulmaz kahramanı dedektif Remzi Ünal’ın nasıl bir entelektüel birikimin sonucu ortaya çıktığını daha iyi anlıyoruz. Kitaptaki diğer yazarlar da farklı kaygıları, yazım pratikleri, edebiyata ilişkin görüşleri ile bizleri ilk sayfa yazımından çok öteye götürüyor. Edebiyatçılarla söyleşiler adeta uzun bir kış uykusundan uyanırcasına zihnimizde taptaze izler bırakıyor.