Ameliyathanenin otomatik kapısı her açıldığında kıpırdanan yüreğim, birkaç saniye içinde kendini nadasa çekmiş yorgun topraklara dönüyordu. Bahçedeki çınarın koridora düşen gölgeleri yer değiştirdi. Bir ıssızlık çöktü. Koridorun soluk gri rengi nazal borularıma sirayet etmiş gibi iyodoform kokusunu bir süredir alamadığımı fark ettim. Üç saat önce beyaz fayanslı tuvalet aynasında gördüğüm kendi yüzüme yabancıydım. En son dün öğlen yemek yemiştim; ama şu anda bu eylemi gerçekleştirmek için kullandığımız iç organı bile hatırlamıyordum. Yemekten dönmüştüm. Cemile Hanım kahvemi masama getirmişti. Telefonum çalmış, tanımadığım telefon numarasını yanıtsız bırakmayı düşünmüştüm. Hiçbir çağrıyı yanıtsız bırakmayacak kadar çok büyümüştüm oysa. Büyümek, çocuklaşan, bakıma muhtaç ebeveynleri de önüne katan yılların sürüklenmesiymiş meğer. Hastane koridoruna sürüklendiğimde anladım.
Pencereye iki kumru kondu. Biri diğerinden daha ufak ve daha açık renkli. Gri kahve başlarını birbirine yaklaştırdılar. Küçük kumru titreyerek diğerinin kanadının altına sokuldu. İkisinin de nefes alışları daha sakinlemişti. Minik bedenleri kabarıp iniyordu. Büyük kumru gagasıyla miniğin başına dokunuyordu. Her dokunma arasında kuğuruyor, yavru da ona kuğurarak cevap veriyordu.
Ameliyathanenin kapısı açıldı. Su yeşili önlüğü, kepi ve maskesi ile doktor kapıdaydı. Alnındaki boncuk boncuk terleri önlüğün yeniyle sildi.
“Babanız çok dirençli. Yaşam onu terk etmeden, o yaşamı bırakmayacak. Uzun bir sessizlik dönemi sizi bekliyor.”
Konuşamadım. Dondum.
Kumrular kanat çırparak uzaklaştı.