Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme Bölümü mezunu. 27 yıllık çalışma hayatında Muhasebe Müdürü olarak görev yaptı. Emeklilik dolayısıyla işten ayrıldı. 2003 yılından itibaren şiirleri www.antoloji.com sitesinde yayınlanmaktadır. Ekim 2019- Ekim 2021 tarihleri arasında Erbulak Evi Oyunculuk ve Yazarlık Okulu’nda Aslı Perker, Hakan Akdoğan, Özen Yula, Özden İnal ve Ayşe Erbulak Özgürdal’dan Yaratıcı Yazarlık ve İleri Seviye Yazarlık eğitimi aldı. Erbulak Evi, Dağhan Külegeç Yayınları tarafından Mart 2020 tarihinde çıkarılan Affet Beni adlı kolektif kitapta “Ben Yeşil Ağlarım” adlı öyküsü yayımlanmıştır. Erbulak Evi, Dağhan Külegeç Yayınları tarafından Nisan 2021 tarihinde çıkarılan Uykudan Önce Pandemiden Sonra adlı kolektif kitapta “Gecede Yalnız” ve “Ebedi Uykusuzlar” adlı öyküleri yayımlanmıştır. Studio Gaia Aslı Akın organizasyonuyla Hakan Akdoğan’dan Haziran-Ağustos 2021 döneminde 8 haftalık İleri Seviye Yazarlık eğitimi aldı. Öyküleri Daima Edebiyat E-dergi ve Tolerans Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’nin birkaç sayısında yayımlanmıştır.

17 Eylül 1984 ilkokul hayatımın başladığı ilk gündü. Siyah önlük ve dantelden yapılmış beyaz yakalığım heyecanımın bir parçasıydı. Okuldan eve döndüğümde heyecanım kâbusa dönüştü. Evimin bulunduğu sokağa geldiğimde feryat figan eden kadınları, ayılıp bayılanları, saçını başını yolanları, dizlerini dövenleri görünce çok korkmuştum. Hayatımda ilk defa böyle bir kalabalığın ortasında kendimi buldum. Ambulans ve polis arabalarının yanı sıra sokakta bir sürü araç vardı. Görevliler komşumuzun evinden sedyeyle birini çıkardı. Üzeri bir örtüyle kapatıldığı için kimin olduğunu anlamam mümkün değildi. Savcı ve polisler komşularla konuşup bilgi alırken, bir yandan da etraftaki kalabalığı dağıtmaya çalışıyorlardı. Olayları anlamaya çalışırken kolumdan biri tutup beni olay yerinden uzaklaştırarak Acı Çeşme’ye kadar neredeyse sürükleyerek götürdü. (Acı Çeşme, tepenin eteğinde kaynak suyunun aktığı bir yerdi. Sonradan sokak sakinleri etrafına duvar örüp hayrat gibi yapmışlar. Yazın kadınlar halı, kilim ve yün yıkardı. Biz çocuklar da her saklambaç oyununda çeşmenin duvarının arkasına saklanırdık.) 

Abbas dede bastonunu havaya kaldırıp “Gül gibi gelinim kendini astı” diyerek bağırıyordu. Çocukluk arkadaşım Bengül, “Annem öldü. Annem öldü,” dediğinde Meryem teyze’yi kaybettiğimizi anladım. O zamanlar bir insanın kendisini asmasını anlayacak yaşta olmasam da birinin öldüğünü anlamıştım. Meryem teyze’ye üzülüp ağlarken, bir yandan da gözlerim onca kalabalıkta annemi arıyordu. Çok korkmuştum. Tek isteğim anneme sarılmaktı. 

Hatice ve Sadegül abla ağız ağıza vermiş konuşuyorlardı. “Kadıncağız gitti de kurtuldu.” Bunu duyunca ben de kafamı sallayarak onları onayladım. Her gün dayak yediği zamanları bilirim. Agop, her akşam zil zurna olup evinin kapısına dayanıp “Meryem,” diye bağırdıkça sokaktaki komşular pencerelerde onu karşılardı. Komşuların bu işe bu kadar seyirci kalmalarını aklım almıyordu. Şişede durduğu gibi durmuyor ki meret! Agop, her akşam hiç aksatmadan küfrederdi. Meryem teyze’nin ne anası kalırdı ne bacısı. Agop’a kapıyı açsa dayak yiyecek, açmasa elâleme rezil olacaktı. Onu her gördüğümde mutsuzluğuna inat hep gülümserdi. Her gün acısını saklamak için bana yeni hikâyeler anlatırdı. Çocuktum işte! Gördüklerimin aksine her söylediğine inanırdım. Kendi hikâyesinin ve başka hikâyelerin kahramanı gibiydi. Yıllarca hep düşündüm. Ay parçası denilecek güzellikte bir kadın nasıl olur da Agop gibi küfürbaz, saçı sakalı birbirine karışmış, giydiğini üzerinden günlerce çıkarmayan, sürekli içki içen, sigaranın birini söndürüp diğerini yakan adamla evliydi? 

Agop’un yüzünün sağ tarafında komple doğuştan kırmızı ben vardı. Korku filmlerinin kötü karakterini andıran bir adamdı. Yaşıtlarının saçları beyazlamışken onun saçları simsiyahtı. Herkes ona gamsız diyordu. Kendisinden başka hiç kimseyi düşünmezdi.

Ne zaman okula gidip gelsek ya da sokakta oyun oynarken bizi gördüğünde önümüzde diz çöker saçlarımızı okşamaya kalkışırdı. Ondan kendimi bir adım geriye atmak için var gücümle çabalardım. Nefesindeki nikotin ve ellerindeki izmarit kokusunu unutmam mümkün değil. Üzerinden yıllar bile geçse o kokuyu burnumdan hiç kimse alıp götüremez. Agop’u görmemek için yolumu hep değiştirirdim. Ondan nefret ettiğim gibi aynı zamanda korkardım. Veronika bile sevmezdi onu, kızı olmasına rağmen. 

Huzur Kıraathanesi’nde gazete ve dergi okunması bir yana herkes birbirine maval okurdu. Bütün gün okey taşlarının sesi sokağa dağılırdı. Agop’un oyun oynadığı her masada iskambil kâğıtları dağıtılırken sandalyeler de havada uçuşurdu. O kahve Agop’un olduğu için mi sevmiyordum, bilmiyorum. Ona da Meryem teyze’nin babasından kalmış. Kahvenin eski adı ‘Tanpınar’dı.’ Huzuru hiçbir yerde bulamayan zavallı Meryem teyze kahvenin adının “Huzur” olmasını istemiş. Huzur içinde yatsın!

Ortaokul yıllarımda yine bir gün kahvenin önünden geçerken kapı sonuna kadar açıkken eşiğinde tahta sandalye gördüm. Korka korka kapıya doğru ilerledim. Sağıma, soluma baktım. Agop yok. Sandalyeyi çektim, oturdum. Bacak bacak üstüne atıp, elimde sigara varmış gibi Agop’u taklit ediyordum. Çocukluk aklı işte! Mekân sahibi olmanın havası o zamanlar hiçbir şeyde yoktu. Hem korkuyordum hem de onu taklit etmekten büyük keyif alıyordum. Agop, o gün kahveyi babama bırakmış. Babam da Cuma namazına gitmiş. Çok geçmeden sinirli bir şekilde babamın bana doğru geldiğini gördüm. “Agop, seni görmesin, gebertir!” Günün her saati içki içen bir adamla, beş vakit namazını kılan babam nasıl olur da bu kadar iyi anlaşabilirdi, aklım almıyordu. Keşke, beylik tabancasıyla Agop’u vursa diye hep içimden geçirirdim.

Kabataş Lisesi’ni kazanınca başka semte taşınmak zorunda kaldık. Agop’tan kurtulduğum için hep dua ediyordum. Yıllarca o semte gitmek istemedim. Üniversiteyi de bitirince hemen iş hayatına atıldım. Çocukluk arkadaşımın doğum yaptığı haberini aldım. Bu saatten sonra da gitmemek olmazdı. Eski oturduğum semtin yolunu tuttum. Aradan yirmi beş yıl geçmesine rağmen hâlâ kahvenin üzerinde “Huzur Kıraathanesi” yazıyor olması içimi acıttı. Şimdilerde kahveye Mülkiyeliler geliyormuş. O cemiyette herkes birbirini tanır.  Beni bilmeseler bile, babamı iyi tanırlardı. Babam, oradan ayağını hiç kesmedi. Babamı ne zaman arayacak olsak hep kahveden çıkardı.

Kahveden içeriye doğru bakacak oldum ki çay ocağından biri üzerindeki ceketi çıkarıp duvara astı. Hayatımda ilk defa bir adamın duvarda asılı olduğunu gördüm. Önceleri kim olduğunu seçemedim, sonrasında ürperdim. Agop değil mi o? Can Baba seslendi: “Evlat! Kendini asan Suat. Nuran, Mümtaz ile evlenince o da kahrından intihar etti.” 

“Babalık, kimlerden bahsediyorsun? Anlamadım.” 

Sakalını sıvazlayarak: “Huzur’dan… Bunu da bilmiyorsan, ne diye Mülkiyeliyim, diyorsun?”  Kapıya doğru düşünceli ilerledim. Dışarıdaki masaya oturdum. Artık bacak bacak üstüne atamıyordum. Huzursuz bacak sendromu denen hastalıkla başım dertteydi. Çantamdan sigaramı çıkarıp, yaktım. Sokaktan gelen siyah önlüklü, beyaz yakalı, saçları kurdeleli bir kız çocuğu gelip karşıma oturdu. Uzun uzun birbirimizi süzdük. “Hâlâ içiyor musun?” dedi, “Çay içer misin?” dedim. Gözlerini bana dikti. İçimden dağları devirdi. Cebinden gazoz kapağını çıkarıp masaya bıraktı. Bütün gücüyle bağırdı. 

“Agop öldü! Anlamıyor musun?”

“Neden hâlâ ondan bahsediyorsun?”

“Agop’u boş ver! Babam öldü.”

Eliyle masanın üstündeki gazoz kapağına vurdu ve kapak yere düştü. Bir hışımla arkasını dönüp gitti. Arkasından seslenecek oldum, olduğum yerde kalakaldım. Uzun bir süre gözümü yerdeki gazoz kapağından alamadım. Eğildim. Sanki ayağı taşa takılıp düşen çocukluğumu yerden kaldırdım. Avucumun içinde gazoz kapağını öyle sıkmışım ki avucumu açtığımda elim kanıyordu. Kanayan elimi masa örtüsüyle silmeye çalıştım.  Elimde neyim varsa alıp gitmişti. Sırtımdaki kamburu hafife alarak ayağa kalktım. Acı acı gülümseyerek; “Çocukluğum, benden fazla uzaklaşmış olamaz,” diyerek kendi kendimi teselli ettim.

Bütün bunları Sultanahmet Erol Taş Kahvehanesi’nde oturup yazarken, aslında Agop’un kötü bir adam olmadığını anladım. O zamanlar herkes içer, küfreder, şiddet uygular ve birbirine seyirci kalırdı. Hepsi Agop’un kopyasının, kopyasının, kopyasıydı.  Bir tek babam içmezdi. O da gideli 1984 gün oldu. Hâlâ evin yolunu bulamadı. O gün, bugündür huzursuzum…