1962 Ankara doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. Köy Enstitüsü mezunu bir babanın ve ev hanımı bir annenin altıncı çocuğu. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Milletlerarası Ticaret Odası’nda otuz dört yıldır memur olarak çalışmakta. Amatör olarak öykü, anı ve deneme türlerinde yazıyor. Yaşar Kemal Anısına Öykü, Halk Bilim Araştırması ve Şiir Yarışması’nın öykü dalında “Bezgin Demokrat” isimli öyküsüyle finalist oldu. “Şıp, Şıp, Şıp” isimli öyküsü Mahal dergide, “Diyemedim” isimli öyküsü de İshak Edebiyat Platformu’nda yayımlandı.

Sosyal Hizmetler Dairesi Amiri Süleyman Bey,  on beş yıldır oturduğu yer yer derileri soyulmuş büyük koltuğundan ayağa kalkmış, sol elinde telefon, son derece sıkıcı bir konu konuştuğunu belli edercesine ara sıra sağ elini yağlanmış saçsız başına sürerek konuşmaktaydı. 

“Yok hâlâ arayan soranı olmadı efendim. Evet efendim, ekibimiz onu köprünün altında bulmuş. Başka bir şehirden gelmiş galiba. Bilmiyorum efendim sizin aradığınız genç olabilir mi? Üniversiteye gelmiş sanırım. Bilakis çok genç, bakımsızlıktan, soğuktan ve açlıktan perişan haldeydi. Kimlik? Yok kimlik yok,  cebine sıkıştırdığı iki adet kitaptan başka bir şey çıkmadı. Kitapların adı mı?  Bilmem bakmadım ben… Atmışlar onl… Bağırmayın efendim, ben atma… Hayır efendim, üstü başı korkunçmuş en az iki ay kalmış o köprünün altında. Her şeyini atmışlar.  Halt mı ettik?  Bravo mu?  Ama efendim ben atm…alo, aloo… Yüzüme kapattı.”

Sosyal Hizmetler Dairesinin sorumlusu bıkkın bir şekilde telefonu kapatırken amirinden işittiği azar yüzünden bir hayli bunalmış gözüküyordu. Sinirle içeriye doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

“Kim buldu bu genç adamı, hanginiz getirdiniz, ben size demiyor muyum bana sormadan hiç bir şey yapmayın diye, laftan sözden anlamıyorsunuz. Sizin yüzünüzden başkandan fırça yedik yine.”

Orta yaşlı Sevim hemşire koşarak geldi. Amirin kapısının önünde ellerini ovuştururken tombul yanakları kızarmış, dudaklarının üzerinde beliren boncuk boncuk terleri top şeklindeki elleriyle silmeye çalışıyordu.

“Efendim, belediyeden görevli arkadaşlar köprünün altında bulmuşlar, Allahtan hava daha çok dondurucu değil, ama geceleri nasıl oluyor biliyorsunuz. Biz de hemen bakıma aldık işte, birkaç aydır oradaymış sanıyorum. Okula geldiyse artık, işte Eylül desek, neredeyse iki,…”

“Yeter sus! Bana maval okumayın, ben size demedim mi kim gelirse gelsin önce benim haberim olacak diye. Neden attınız adamın elindeki kitapları falan, bak Başkan araştırıyor birilerinin bir kaybı var galiba, fırça atmaktan anlatamadı bile. Siz kime sordunuz? Kimden izin aldınız. Çağır diğer görevli arkadaşlarını da hepsi odama gelsin. Çabuk.”

Adamın sesi duvarlara çarpa çarpa yankılanırken karşısında kızarıp bozaran hemşire bir koşu bulabildiği arkadaşlarını toplayıp amirin odasına getirdi. Adamın öfkeli sesini duyan birtakım uyanıklar hemen bir iş icat edip ortalıktan sıvışıvermişlerdi. Zira daha evvel de yaşadıkları gibi işin sonunda bu ay sonu verilecek olan ikramiyelerinin kesintiye uğraması da vardı. Alacakları para amirlerinin iki dudağının arasındaydı.

Amir ak düşmüş bıyıklarını çekiştire çekiştire ellerini götünün üzerine koyup yürürken çalışanların her birinin tek tek gözlerinin içine bakarak konuşuyordu. 

“Onlar getirirler bırakırlar; bu kapıdan adımını attıktan sonra kim olursa olsun bunlar bizim sorumluluğumuzda anladınız mı beni. Bu adamlara, bunların üstüne, başına, cebine halel gelirse bizden bilirler. Sonra n’olur; sonra bir tanıdık çıkar hesap sorar.  Sonra n’olur; o hesabı kim verir, kim? Ben tabii. Ben kimim? Ben sizin amirinizim. Ben ne dedim? Buraya giren,  çıkan, uçan,  kaçan  kim varsa haberim olacak dedim.  Demedim mi? Dedim.”

Amirin karşısına dikilmiş üç hemşire bir de sağlık memuru kafaları önlerinde dinliyorlardı. Esasında Sevim hemşireden başka kimsenin bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgisi yoktu,  ama hiç biri ağzını açıp bir kelime daha etmiyordu, edemiyordu. Zira daha önceki tecrübeleri onlara susmalarını emrediyordu.

“Hadi çıkın dışarı bu da size son uyarım olsun. Sevim hemşire, bana o hasta ile ilgili saat saat rapor vereceksiniz.”

Bu kadar fırça ile bu işi kotardığına sevinen hemşire kapıdan çıkarken derin bir soluk aldı.

Genç adam, bakımevinin üçüncü katında boydan boya sıkı demirlerde kaplanmış pencere önünde bakışlarını ufkun en uç noktasına dikmiş, boyaları dökülmüş pervaza tutunarak boynunu uzatmış, gözlerini kısmıştı. Güneşin eğik ışıklarını engellemek için bir elini kaşlarının üzerine siper etmiş yola doğru bakıyordu.

Pervazdan çektiği diğer eline kaydı hüzünlü bakışları. Hafif kırmızıya çalan içeriye doğru bükülmüş parmaklarının ucunda yer yer kırılmış tırnakları temizdi. Serum hortumuna benzer damarlarının pörtlediği genç ellerinin üzerinde büyük yara izleri vardı.

Ben kimim? 

Tek kişilik yatağının ucuna oturdu, uçuk mavi yatak örtüsünün yer yer dökülmüş püsküllerini çekiştirdi. Elinde ilaç kutusuyla odasına gelen etine dolgun hemşirenin farkına varmadı. Ayaklarından yumuşak derili kahverengi sandaletlerini çıkarttı. Bunlar benim mi? Beyaz çorapları ile yatağın kenarına dertop olup gözlerini kapattı.  Hemşire kalçalarını sallayarak tam odadan çıkacaktı ki aniden geri döndü. Yatağın başucuna geldi.

“Adını hatırladın mı?”

Kafasını iki yana salladı genç adam, mavi gözleri bulutlandı. Sevim Hemşire çocuğun kafasını okşarken sessizce konuştu.

“Senin adın Mustafa olsun mu? Hatırlayana kadar olur mu? Bizim misafirimiz olacaksın, doktor bey sonra konuşacak seninle.” 

Genç adam yattığı yatakta sırtüstü dönmüş gözlerini beyaz tavanın kirişlerine dikmişti.  

Benim adım Mustafa.  

Kadın elinde tansiyon aleti, tekrar odaya girdiğinde Mustafa pozisyonunu hiç bozmamış sırtüstü tavana bakmaya devam ediyordu. Onu kollarından tutup kaldırmaya çalışan hemşireye önce hayretle baktı, sonra gülümsedi ve titreyen elleriyle hemşirenin saçlarını okşadı.

“Anne! Sen mi geldin?” 

***

Babasını gördü uzaktan, elinde kasap bıçağı, bayram olmuştu da o mu atlamıştı?  Kınalı kuzuyu ne zaman almışlardı ki?  Kuzu neredeydi peki?  Babasının ellerinde gördüğü kırmızı şeyler kan mıydı? Baba? Babaaa?  

Hiç tanımadığı akrabasının onu kolundan çekiştire çekiştire arabaya sokmasına isyan ediyordu. ‘Bırak beni çocuk muyum ben!’ Gözyaşlarına burnundan akan sümükleri karışıyor, ağlamaktan kısılmış sesiyle inatla bağırıyordu “Anneeee, anneee!!” 

Beyaz brandalı küçük kamyona sığdırmıştı zaten az olan eşyalarını, bir döşek, bacakları sallanan tahta bir masa ve sandalyesi üç beşte kap kaçak; ha bir de anasının yorganı, çarşafı da yok üstünde, iyice eskimiş birkaç yerinden pamuklar dışarıya fırlamıştı. Boş odalara bakarken kulaklarında annesinin gülüşü, uğultular. “Üniversiteli oldun artık, seni evine ben ellerimle yerleştireceğim canımın içi,” diyen sesi. 

Kendisini dışarıya dar attı. Köşedeki bakkalın gözyaşlarına merakla ve üzüntüyle bakışını  “Havada uçuşan polenlerdendir,” diye geçiştirirken ekledi: “Hulusi abi varsa bir iki koli, üniversiteye başlıyorum ya Sakarya’ya gideceğim.” 

Bakkal Hulusi’nin de gözyaşları düştü düşecek. “Yolun açık olsun aslanım,” diyebildi. Makarna kolilerine kitaplarını doldurdu. Tek serveti bunlardı genç adamın. Kamyon homurtuyla yola çıkmaya hazır hale geldiğinde oturdu şoför mahalline. Önünde uzayıp giden toprak yola gözlerini dikti. Arkasından el sallayacak, bir tas su dökecek hiç kimse yoktu.   Şoföre vereceği yüz liranın dışında cüzdanı boştu,  geriye dönüp bakmadı. Sakarya’nın girişinde gördüğü ilk köprünün altında durdurdu şoförü. Yanına sadece anasının yorganını ve kitap kolisini aldı, kalan eşyalara hiç bakmadan seslendi şoföre: “Abi bu eşyalar benim işime yaramaz senin olsun mu?” 

Arkasına bakmadan hafif sararmaya yüz tutmuş otlara basarak yürüdü.