İşte sonunda uzun zamandır en çok görmek istediğim mimari yapının önündeyim. Şansıma pırıl pırıl bir Ocak güneşi. Telefonumun ekranı eksi dokuz dereceyi gösteriyor. Bu kadar soğuk ve temiz bir kent havasını en son ne zaman soluduğumu düşünüyorum. İstanbul’da olmadığı kesin. Hamburg’un artık sembolleşmiş konser binası Elbphilharmonie’nin karşısındayım. Yapı, donmuş Elbe Nehri’nin hemen yanında, limandan geçen yük gemilerine karşı tüm heybeti ve zarafetiyle karşımda duruyor. Binanın etrafındaki her şeyin izdüşümü cam yüzeyde dans ediyor; bulutlar, tarihi binaların siluetleri, alçaktan geçen bir uçak, limanda salınan vinç kolu. Üç tarafı da suya bakan yapının alt kısmı kalın tuğladan eski bir antrepo. Burası aslında 20. yüzyılın sonuna dek aktif olarak kullanılan bir yermiş. Son dönemin en yaratıcı mimari projelerinden biri sayılan Elbphilharmonie (yerel halkın ona verdiği isimle “Elphie”) işte bu tuğla deponun üstünde yükseliyor. Çok değil 30-40 yıl önce binlerce kakao çekirdeği çuvalının olduğu bölümün üstünde bugün 200.000 ton eklenmiş devasa çelik ve cam bir konstrüksiyon var.
Şimdi tüm Almanların göğüsleri kabararak bahsettikleri peri masalının arkasında inanılmaz zorlu bir hikâye var. Aslında Elbphilharmonie’nin yapım aşaması tüm şehre adeta kan kusturmuş. İsviçreli mimarlar Jacques Herzog and Pierre de Meuron binayı 2010 yılında bitireceklerini söylemişler ve proje için bugün bakıldığında gülünç şekilde düşük bir bütçe olan 77 milyon Euro öngörmüşler. Proje ilerledikçe evdeki hesabın çarşıya uymadığı anlaşılmış. 1000 tane el yapımı cam lamba, 700 ton ağırlığında koza biçimindeki tavan, 10.000 özel oyulmuş akustik panel ve 600 adet cam yüzeyin içine yerleştirilen 48 mm’lik bölümler falan derken bütçe anlamında iş çığırından çıkmış. Yapımı on yıl süren ve yedi yıl da gecikmeli biten mega proje tam 866 milyon Euro’ya mal olmuş. Bu süreçte sponsorlar bulunmuş ama geri kalanını Hamburglular vergileriyle ödemişler. “Burası hepimizin” diyor Alman rehberimiz gururla. “Burası elitist bir mekân değil, burayı hepimiz cebimizden ödeyerek yaptık.” Bunu desteklercesine yanımızdan ellerinde kemanlarıyla çocuklar geçiyor. Binanın sadece çocuklara ve amatör grupların müzik provalarına açık bölümleri bulunuyor.
Artık binanın içini gezme zamanı. Önce yaklaşık 2,5 dakika süren Avrupa’nın en uzun yürüyen merdiveninden çıkıyoruz. 80 metrelik bu yürüyen merdivenin özelliği kavisli olması ve çıkılan yerin ucunun görünmemesi. Bu bizi direkt altıncı kata yani halka açık bölüme çıkarıyor. Restoranların, kafelerin, hediyelik eşya dükkânının ve her açısı yere kadar cam eşliğinde panoramik şehir manzarasının olduğu plaza alanı bu. Daha sonra rehberimiz eşliğinde katları teker teker çıkıyoruz. İç dekorasyon müziğin ve mimarinin önüne geçmemesi için son derece minimalist yapılmış ve kullanılan her sade nesne su damlası konsepti içinde tasarlanmış. Katlar arasında baktığınız her açı mimarinin gücünü öne çıkarıyor. En ufak şeyin bile estetik olarak rastgele yapılmadığını görüyorsunuz.
Ve işte büyük konser salonuna girme zamanı. 2100 kişilik salonun ses tasarımı ünlü Japon akustik uzmanı Yasuhisa Toyota’nın eseri. Toyota aynı zamanda Sydney’deki opera binasının, Kopenhag’taki konser salonunun ve Los Angeles’taki Frank Gehry tasarımı olan Walt Disney Konser Salonunun akustiğini yapan kişi. Burası bir müzisyen için tapınak gibi bir yer olmalı diye düşünmeden edemiyor insan. Hayatımda gördüğüm en demokratik konser salonu bu. Hiçbir dinleyici orkestra şefinden 30 metreden fazla uzaklıkta oturmuyor. Oturma düzeni bilindik ayakkabı kutusu şeklinden uzak. Akustik, herkesin sesi eşit şekilde mükemmel duyması için tasarlanmış. Bunun arkasında olağanüstü bir teknoloji ve algoritma yatıyor. Tavandan sarkan dev ses yansıtıcısının ve 10.000 fiber akustik panelin özelliklerini dinliyoruz hayranlıkla. Estetik, mimari yaratıcılık ve tasarım bir araya gelince kentler nasıl da bambaşka bir noktaya taşınıyor? Elbphilharmonie binası bunun en büyük kanıtlarından biri. Bir dahaki sefere kendime bu salonda konser dinleme sözü vererek Hamburg’un soğuğuna geri dönüyorum.