Akşamdan ıslattığı nohutları, haşlanması için kısık ateşin üzerine koyarken, bir yandan da çayı demledi isli alüminyum çaydanlıkta. Dolaptan çıkardığı zeytinlerin üzerine zeytinyağı, pul biber ve kekik ekledi, birkaç dilim beyaz peynir kesti. Parmaklarını üfleyerek kabuklarını soyduğu yumurtaları dilimledi. Hava henüz aydınlanmamış, aydınlansa da fark etmeyecek gecekondunun gelişigüzel renkte ve desendeki fayanslarla döşeli uyduruk mutfağında, “Of Fikret ya off, illallah getirttin,” diye kendi kendine söylendi.
Gevşek yemenisi ensesine düştü, altın kaplama gümüş kazaziye küpeler sallandı, ince boynu gıdıklandı. Zekâsı karın doyurmaya, rahat yaşamaya yetmese de aptal bir adam değildi Fikret. Fark edecek, yalanını yakalayacak diye endişeleniyor, hatta ödü kopuyordu. Bir elinde demlik, diğer elinde tepsi ile yan odaya geçerken: “Fikreeet, haydi geç kalıyon,” diye seslendi. Kahvaltılıkları masaya yerleştirirken beyaz atletini çizgili pijamasının içine yarım yamalak sokmuş, ıslak saçları ile parmak uçlarına basa basa gelen Fikret, aniden sarıldı karısına arkasından. Zıpladı Yeter. Zeytinyağlı, kekikli, pul biberli zeytinler yere saçıldı.
“Ne korktun kız?”
“Ne geliyon öyle sinsi sinsi arkamdan?”
“Hiiççç doyamadım sana,” diyerek bir makas aldı karısının yanağından geçti oturdu masanın başına.
“Kahvaltı yap doyarsın,” dedi Yeter, çayları koyarken.
“Yine güller açıyor yüzünde,” dedi Fikret. Yere dökülenleri topladıktan sonra yeni zeytin tabağını gürültüyle masaya koyarken Yeter, la havle çekti Fikret.
“Anne olunca kadına bir sakinlik, bir yumuşaklık gelirmiş.” Ağzına attığı zeytin tanesinden parmaklarına bulaşan yağı temizlerken bıyık altından gülüyordu Fikret.
“Kim diyo?”
“…..”
“Yine kahvede konuşup duruyonuz de mi? Bizim derdimiz de milleti gerdi.” Gürültülü bir yudum aldı çayından Yeter.
“Gülüm, kızma tamam. Olacak bizim de bebelerimiz yeter ki o gül yüzün dikenlenmesin yine.”
“Tamam hayde geç kalıyon, yeter eylendiğin,” diyerek yarım kalan çayını da tabağını da tepsiye doldurmaya başladı Yeter.
“Sen gitmiyon mu işe?”
“Gülfidan ablayla gitçem sen bekleme beni.”
Çayını bir dikişte bitiren Fikret giyinmek için yatak odasına giderken, Yeter’in gözü de duvardaki saatteydi. Birkaç dakika sonra giyinmiş halde gelen Fikret karısının yanağına öpücük kondururken, gömlek cebinden çıkarttığı kartviziti Yeter’e göstere göstere masanın üzerine bıraktı, havı dökülmüş paltosunu omuzlarına attı, akşamdan boyayıp cilaladığı sivri burun ayakkabılarını aceleyle giydi kapıyı çekti çıktı. Tahta kapının sesi ile irkilen Yeter, eline aldığı kartvizitteki “Kadın Doğum Uzmanı” yazısını görünce, “Allah cezanı versin Fikret,” dedi yüksek sesle.
Parça pinçik ederken küçük dikdörtgen kâğıdı, “Aman yok tövbe ucu bana da dokunur sonra. Allah bildiği gibi yapsın seni e mi,” diye söylenmeye devam etti.
“Anne olunca kadına sakinlik gelirmiş, bekle sen gelir.” Gözleri doldu, küçücük hiçbir yeri görmeyen buğulu camın ardındaki karanlık boşlukta kayboldu bir süre. Kocasını seviyordu, iyi kötü anlaşıyor, geçinip gidiyorlardı. Haklıydı adam çocuk istemekte, başlamıştı yine vicdanı vır vır konuşmaya.
Burnunun ucuna sinek konmuş misali salladı elini. Koyu bir çay koydu kendine, demliğin içindeki çay tortularını çöpe döktü, şöyle bir sudan geçirdi isli çaydanlığı. Soğuk sudan sızlayan çatlamış eline aldığı bardağı “Ammaann buz gibi olmuş meret” diyerek bıraktı lavaboya. Sırtını tezgâha dayadı, kollarını kavuşturdu, göz kırpan lambaya dikti bakışlarını seğiren sağ gözü ile. Her ay umutla bekliyordu garibim müjdeli haberi. Ancak iki çıplak da bir gecekonduya yakışıyordu. Rutubetten yer yer kabarmış soluk yeşil renkli isli duvarlarda gezindi seğiren sağ gözü ile. Sıkışmış hissettiğinde kendini, seğirirdi sağ gözü çocukluğundan beri. Yeni Yeterlere gerek yoktu bu virane yaşamda. Havalandırmak için gittiği yatak odasının kaba ve soğuk eşyalarında daha da düştü yüzü. Soluk gül desenlerinin kapladığı rengi atmış perdeyi araladı, boyaları kabuk kabuk atmış ahşap pencereyi açtı, taze hava ile doldurdu ciğerlerini. Hâlâ Fikret kokan yastığı kucağına aldı, sımsıkı sarıldı, yatağın kenarına oturdu.
Daha on altısındaydı Fikret’e vardığında. Madem baba evinde dur durak yoktu, huzur yoktu belki koca evinde olurdu. Çok yakışıklıydı Fikret. Esmer, kara yağız, gözü pek. Ağzı da iyi laf yapardı. Başlık parasını denkleştirmek için babasının ağzından girmiş burnundan çıkmış iki inekten birini satmaya ikna etmişti. Bir damdan öbür dama belinde kırmızı kuşağı, elinde kınası, kolunda bilezikleri, sandıkta çeyizleri, umutları, hevesleri ile gelin oluvermişti. Bir gün olsun sesini yükseltmemiş, bağırmamış, kızmamıştı kocası ona. Önüne sıcak su koysa çorba niyetine yine de eline sağlık derdi, o kadar el üstünde tutardı. Tutardı tutmasına da sözünü tutamamıştı o ayrı. “Olmuyor Yeterim olmuyor,” demişti bir gece. “Tavşan boku gibi ne uzuyor ne kısalıyoruz, gidelim buralardan. Bizim çakal Selo nicedir çağırır durur.”
“İstanbul’a göç etmemiş miydi onlar?” demişti yatakta heyecanla doğrulan Yeter.
“Heee, onu diyom işte. “Gün ışıyana kadar anlatmıştı da anlatmıştı Fikret. Nasıl paraya para demeyeceklerinden, otomobillerde gezeceklerinden, sadece kendilerine ait bir evleri olacağından, kollarını bileziklerle donatacağından, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyeceğinden daha neler neler konuşup durmuştu iştahla. O sabaha karşı karar vermişlerdi. Yarından tezi yok hemen toparlanıp gideceklerdi. Dediklerini de yapmışlardı yapmasına ya velhasıl beş senede geldikleri nokta aha şu her yeri dökülen gecekonduydu. “Otomobilden geçtim, üç bileziğimi gömdüm bu evin temeline. Umutlarımla sıvadım her bir briketi, arzularımla boyadım yamuk duvarlarını. Diktiğim her bir çiçekte adaklarım var benim.” Zihni almış sazı eline konuşup duruyordu. Mahalleyi seviyordu gerçi. Herkes gecekondusunu yaparken kendi köyünden bir parça da eklemişti gurbetin ve yoksulluğun acısını hafifletmek için. Komşularını da seviyordu. Hele Gülfidan abla kol kanat germişti ilk geldiklerinde. Hâlâ da eli üzerlerindeydi. Kızı Hayriye kendisinin gelin olduğu yaştaydı ama biraz sümsüktü. Tabii o öyle demiyordu Gülfidan ablaya. Hayalet gibiydi, nereden ne zaman çıkacağı belli olmazdı. Abisi İbrahim de bir şeyler karıştırıyordu, bir haller vardı ama dur bakalım çıkardı kokusu yakında.
Okulu bırakıp çakal Selo’nun yanında çalışmaya başladığından beri değişmişti huyu suyu. Hele o bastıbacak Saffet yok mu o da tam tersi bıcır bıcırdı sevimli velet. Tamam iyi hoştu da derdin biri bitiyor diğeri başlıyordu. Çocuk demek dert demekti. Büyüğü ayrı dert, küçüğü ayrı. Öyle diyordu Gülfidan abla. Kafasını hepten karıştırıyordu. Fikret’ten gizli iş çevirmek de hiç hoşuna gitmiyordu. Ya öğrenirse? Kesin sopayı yerdi. Ya boşarsa? Ya başka kadına gider, üzerine kuma getirirse? “Allahııım sen koru, yazdıysan boz yarabbim,” diyerek altın kaplamalı gümüş kazaziye küpelerinin sallandığı kulağının kenarından çekip üç kez tahtaya vurdu.
“Dur bakalım, gün ola harman ola, bu ay da böyle geçsin de hele,” diyerek aceleyle giyindi, mutfağa koştu. Eğildi, tezgâhın altındaki dolabın en dibindeki çay kutusunun içinden aldığı pembe renkli haplardan 1 tane ağzına attı, susuz yuttu.