Fırtınanın içinden geliyordun. Kimse görmedi geldiğini; onlar fırtınaya bakıyordu. Yüzünde kaç durak öteden bir gülümseme taşıyordun. Nasılsa fırtınanın içinden geçenlere her şeyi unutturabileceğini biliyordun. Yorgundun, her an devrilecek gibi… Sırtında yoktan büyük bir yükle dolaşıyordun. Toza bulanmış kara bir at, önce şahlanıp sonra devrildi de böylelikle gördüler seni. Kardan, ayazdan geliyordun. Yıkadılar, yedirdiler, misafir ettiler. Evi arıyordun. Aldılar götürdüler; sayısız pencere ardında ufku gözleyip aynı rüyayı anlatıp durdun. Adının önüne hangi harfi koysan o oluyordu adın; daha güçlü oluyordun o zaman ve yeterince yorgun olmadığına kendini ikna edebiliyordun.
Onların yaşamının birbirinden kutsal amaçları varken düpedüz hayatta kalmaktı seninki. Eve dönmenin tercih olmadığı bir devam ediş; kulaç atmadan ve dibe batmadan yüzünde kalmak suyun. Unut dedi biri, rüyayı, fırtınayı! Hem kim düşer ki bir düşün peşine! Geri dönülemez bir adım önceye bile! Katlanılacak şeyler listene bunu da ekle! Evi unut! Fırtınanın içinden geliyordun, ama şimdi ne güneş vardı ne fırtına…
Gündüzler ne de kısaydı. Çiçek sular gibi suluyordun sabahları, kimin ne zaman ektiğini bilmediğin korku tohumlarını. Kurtçuklar, korku kurtçukları… Önceden yoktu, birden belirdiler zihninde. Baktın toparlanıp gidiyorlar, bırakacaklar seni kurtçuklarla, tuttun söktün hepi topu iki ayak kökünü, takıldın peşlerine. Yedirdin, yıkadın, unuttun; unuttukça tanınmaz oldun…
Zaman yetmiyordu, ama yetiyordu aklının aldığı. Yıllar dizildikçe ardına saydın, payına otuz üç sabır düşüyordu. Bekledin gelse alsa götürse diye bir fırtına daha! Tanıyan bilirdi, fırtına temizlikti. ‘Şey’lerin esas yerlerine yerleşmesi için önce darmadağın olması gerekti.
İçinden geliyordun sen; tanıyordun onu. Kapılar, pencereler ardında aynı şiiri söyleyip, geri dönemeyeceğin evi özlüyordun.