1981 İstanbul doğumluyum. Ilk, orta ve lise öğrenimimi İstanbul’da tamamladıktan sonra 2003 yılında Sakarya Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdim. 9 yıl özel sektörde Türkçe öğretmenliği yaptım. Bu süre içerisinde Sakarya Üniversitesi’nde dil üzerine yüksek lisansımı tamamladım. 2014 yılından beri Kastamonu Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktayım. Halen İstanbul Cerrahpaşa Üniversitesi HAYEF Türkçe Eğitimi bölümünde doktora tezi aşamasındayım. Yazmak ve okumak benim için bir tutku. Bir süredir yazı atölyelerinde çevrimiçi dersler alıyorum. Ayrıca 5 yıldır aldığım eğitimlerle kişisel gelişim ve somatik travma üzerine çalışıyorum.

Yol karanlıktı, direksiyondaki ben değilmişim gibi nereye gittiğimi bilmeden sürüyordum arabayı hıçkırıklar içinde. Tek bildiğim neden gittiğimdi. Kendi varlığımı hissetmek için, içimdeki kavgaya bir son vermeye gidiyordum, ama gerçekten son bulacak mıydı? Kaçtığım neydi? Kendimle, kendimden kaçıyorsam eğer? Zihnim bulanık, bedenim hissiz, gözlerim buğulu, her yer karanlık… Öfkemi, çaresizliğimi, yorgunluğumu da alıp gitmek istiyordum sadece.

Ardımı düşünmeden bir kot bir ceketle çekip kapıyı çıkmıştım sanki nereye gideceğimi biliyormuş gibi. “Daha önce kaç kere çektin kapıyı çıktın ki? Neye güvendin bunu yaparken acaba?” Öfkeliydim, kırgındım. Sadece uzaklaşmak istedim, uzaklaşırsam her şey düzelecekmiş gibi… Koşar adım arabaya yönelmiştim. Ya anahtar? Ya, yanımda değilse! Dönersem bir daha çıkamam oradan, cesaret edemem buna. Hemen elimi cebime attım, oradaydı. Koltuğa oturup kapıyı çaat diye kapattığım anda böğüre böğüre ağlamaya başladım. Tüm vücudum elektrik akımına yakalanmış gibi sarsılıyordu, durduramıyordum kendimi. Kimse peşimden gelmeden, arabayı çalıştırıp gitmem gerekiyordu, ama gücüm yoktu. 

“Al işte bu kadar senin kaçışın, kaçmayı bile beceremiyorsun.” 

Başlamıştı yine içimdeki benle kavgalı parçam. Dünya dönüyordu sanki, midem bulanıyor, bedenim tir tir titriyordu bir ceylan gibi. Sakinleşmeliydim. Derin bir nefesle toparlanıp arabayı çalıştırdım ve kendimi yola bıraktım. Gece ilk defa araba kullanıyordum, onu bile denememişim 45 yaşına kadar. “O kadar korkaksın işte…” Kim bilir daha neler vardı denemekten korktuğum, ama artık bitti. Artık geri planda kalmayacak, sahnede olacaktım, hayatımın baş kahramanı olma zamanı gelmişti. Az önce kendime bir adım attım ben. Çocuklarımın annesi, kocamın eşi, anne babamın kızı… Peki ben, Feride kim? Tüm bu kimliklerden Feride’ye ulaşmam nasıl mümkün olabilir?

Şu an evde neler oluyordu kim bilir? Bunu düşünmek nefesimi kesmişti, mideme yumruklar yemiş gibiydim. Yol iyice ıssızlaşıyor, ben düşüncelere daldıkça alıp başını gidiyor, düşüncelerimin içinde âdeta yönümü kaybediyorum. Her şey kontrolümden çıkıyordu. “Senin yüzünden gitti annem,” dediğini duyar gibiydim kızımın. Ablası sakinleştiriyor mudur kardeşini acaba? O büyük, anlar beni, kızmaz bana. Offf, düşünmemeliyim şu an geride bıraktıklarımı. 

Tüm dünya üstüme geliyor, sadece “Ben de varım, benim de isteklerim var,” diye haykırmak istiyorum. Ben kimin önceliğiyim? Benim farkımda bile olmayan kocamın mı? Hayatımı adadığım çocuklarımın mı? Yoksa yaşlandıklarında onlara bakmam için bana şefkat gösteren anne babamın mı? Kimin?

“Benim önceliklerim hep sizdiniz, yoruldum. Sadece biraz destek istiyorum, kendim için bir şeyler yapmaya ihtiyacım var. Yıllarca dirsek çürüttükten sonra şimdi kendi geleceğim için bir şey yapamamak bana ağır geliyor. İki  gün çocuklarla ilgileneceksin o kadar. Yıllardır onlarlayım, sen her yere gittin geldin, ben hep buradaydım.”

derken sesim titriyordu, çocukların kaygı dolu bakışlarını hissediyordum ensemde. Annelerini ilk defa isyan ederken görmüşlerdi. O herkesi mutlu etmeye çalışan, aman ağzımızın tadı bozulmasın diyen kadın gitmiş, içinden bir Deli Dumrul çıkmıştı âdeta. 

“Sen bencilsin Feride, sen bir annesin, çocuklarını bırakıp gidemezsin.” 

Bencil miyim? Bana bencil dedi, yıllardır kendim dışımda her şeye yetişen bana “bencil” dedi. Kendim için istediğim iki gün ona zul gelmişti. 

“Evet ben bencilim ve gidiyorum…”

“Anne dur, gitmee, annee……”

Ani bir frenle durdum ıssız yolun ortasında, kulaklarımda uğuldayan “Anne!” feryadıyla. Nasıl oldu da içimdeki fırtınayla boğuşurken yoldan geçen kaplumbağayı son anda fark edebilmiştim? Sanki onun feryadıydı duyduğum. 

“Görmüyor musun sırtımda evimle geçiyorum önünden, sen nereye gidiyorsun böyle?” der gibiydi iki minik göz. 

Bir süre yoldan geçişini izledim. Yükleri sırtında emin adımlarla ilerliyor, arada bir durup her şey yolunda mı diye etrafı kolaçan ediyordu sanki. Nereye gitse evi de yanında, tüm yükleriyle birlikte sırtında. Bense yüklerimi bırakıp gitmeyi seçtim, hangisi doğruydu? Kimin umurunda? Belki o, sırtındakilerinin yük olduğunun bile farkında değildir. Altı üstü bir kaplumbağaydı, bense yıllardır hayallerimi bir kenara itip ailem için yaşadım. Babam istemedi diye okumadım, babam istedi diye evlendim; kocam istedi diye çocuk doğurdum, kocam istemedi diye çalışmadım. Şimdi tüm hayatımı kontrol edenler beni bencillikle suçluyor. Kendime ayıracağım iki gün herkesin meselesi olmuştu, yanımda tek bir insan yoktu. 

Bana bunları düşündüren yükü sırtında kaplumbağa çoktan kaybolmuştu gözden. İnsanoğlunun sorguları, yargıları yetmiyormuş gibi bir de bu, nerden çıkmıştı karşıma? 

Tekrar arabayı çalıştırdığımda tüm cesaretim kırılmıştı sanki. Yolun sonu nereye gider bilinmez, ama nerden geldiğimi biliyordum, bildiği mi bilmediği mi insana iyi gelir? 

Ne yapıyorum ben? Nereye gidiyorum? Nerdeyim onun bile farkında değilim. Şimdi geri dönsem, kendimi ezip geçecektim, yoluma devam etsem kızlarımın ruhunda derin bir yara açacaktım, belki de açmıştım. Elbette döneceğim onlar için, ama şimdi olmaz, onlar beni anlar. Anlarlar mı ki?