1979’da Ankara’da doğdum. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Balıkesir-Edremit’te bitirdim.1997’ de İstanbul Üniversitesi Avrupa Topluluğu bölümünü kazandım. Bu bölümü okumayarak tekrar sınava hazırlandım. 1998 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi Türkçe Öğretmenliğini kazandım. 2002 yılında mezun olarak İzmir’e öğretmen olarak atandım. Hâlen İzmir’de öğretmen olarak görev yapmaktayım. Balıkesir’in sahil kasabası Akçay’a taşındık. İlkokul, ortaokul ve liseyi Edremit’te bitirdim.1997’ de İstanbul Üniversitesi Avrupa Topluluğu bölümünü kazandım. Bu bölümü okumayarak tekrar sınava hazırlandım. 1998 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi Türkçe Öğretmenliğini kazandım. 2002 yılında mezun olarak İzmir’e öğretmen olarak atandım. 2021 yılında İzmir’de düzenlenen “İklimin Senin Elinde” öykü yarışmasında ikincilik kazandım. Hâlen İzmir’de öğretmen olarak görev yapmaktayım ve bir kitap yazmaktayım.

Bir keresinde İKEA’da eşyalarla fotoğraf çektiren iki genç görmüştüm de çok gülmüştüm. Gençlerden biri, ofis koltuğuna patron gibi kurulmuş, diğerine şöyle diyordu: “Bu takımla fotoğrafta çok güzel çıkıyorum.” Belki de hiç elde edemeyeceği bir iş hayaliydi o mobilyalar. Sonra düşündüm: bir yeri görmüş olmak için değil de bir yeri görmüş olduğunu sosyal medya hikâyesinde başkalarına göstermek için gezen biri bundan daha az mı komikti? Ya da “Seninle fotoğraf çektirdiğimde çok güzel çıkıyorum,” diyerek çekici kadın veya yakışıklı erkekle pozlarını kare kare paylaşan, ofis mobilyasıyla fotoğraf çektirenden az mı komikti?

Günümüz dünyasında arka plan olarak kullanılan fotoğraflarda güzel çıkan arkadaş biriktirerek fon-figür ilişkisi içinde yitip giden ilişkiler kurmak İKEA’nın teşhirdeki ofis mobilyalarıyla kurduğumuz ilişkiden daha samimiyetsiz geliyor. 

Aynı samimiyetsizliği bayram kutlamalarında da yaşadığımızı düşünüyorum. Güzel şiir okuyan, güzel söyleyen, güzel duran çocukları seçiyor onların değil de bizim seçtiğimiz biçimlerde onları giydirip süslüyor, ezber haline gelmiş metinleri ellerine tutuşturuyor ve “kutladığımızdan” yana gönül rahatlığı ile işimizi yaptığımızdan emin oluyoruz. Hele arka plan olarak gördüğümüz çocuklarımızla birkaç poz da çektirip paylaştıysak kendimiz de dahil olmak üzere, ailece, milletçe, eğitim camiasınca sırtımızın asla yere gelmeyeceğini de garantilemiş hissiyle kıvanç duyuyoruz.

Oysa yoklama korkusuyla veya cezayla kendi bayramlarını kutlatmaya çabaladığımız, tören boyu “Susun, konuşmayın, dinleyin!” uyarılarıyla yorgun düştüğümüz bu etkinliklerde bu çocuklara toplumun ve eğitimin hiçbir kademesinde vatanını, insanını sevdiremediğimiz, hiçbir erdemi içselleştiremediğimiz için asıl susması gereken bizleriz.

Bizler, anne baba, öğretmen, yönetenler olarak onları ne kadar dinledik ki çocuklar da bizi dinlesin! Onlara sonsuz özgürlük alanı tanıyıp her şeye hakları olduğunu hissettiren içi boş bir özgüven aşılayarak onları dinlemiş olmuyoruz ne yazık ki…

Sormamız gereken sorulara odaklanmak yerine, “Bayram gününde mi kutlansın, bir gün önce mi yoksa sonrasında mı?” konusuna takılıp bir tarafın adamı olmak ya da olmamak korkusuyla ne kendimizin ne de çocukların sormasına izin vermediğimiz soruları sürekli yok sayarak samimiyetten, vatanını, ülkesini sevmekten nasıl bahsederiz? Bayramların bir yumurta gibi içini boşaltıp boyalı bir kabuktan ibarete dönüşmesine çanak tutarken çocuklara, “Nasıl bir bayram istersiniz?” diye soramıyorsak onların bizi dinlemelerini nasıl bekleriz? Çocukların yüreğindekini değil de kendi kafamızdakini dikte ettiğimiz bu bayramlarda bazen öyle geliyor ki Atatürk büstünden fırlayıp biz büyüklerin kulaklarını çekecek “İnkılapçılık” ilkesini fener yapıp onun önünde yürümemizi isteyen Atatürk’ün bırakın yanında, onun arkasında bile yürümeyi başaramadığımız bir yığın ezberin içinde çocuk bizi dinlemeyecektir.

Vitrine güzel çocuğu koyarak fotoğrafta iyi çıkan arkadaşla poz veren akılsız yetişkinlerden başka neyiz? Amaç çocuk mu bayram mı? Amaç çocuk olduğu zaman bayram da bayram olacak bence.

Onların yüzünü güldürdüğümüz, kalabalık sınıflarda yok olmalarına izin vermediğimiz, sabahın köründe uyandırıp okula kahvaltısız gönderdiğimiz, karanlıklarda eve yolladığımız dijital sosyallik dışında hayatlarına bir anlam katamadığımız sürece bu çocuklar bizi dinlemeyecekler.

Kreşten başlayarak en başta “dinleme” becerisi olmak üzere davranışa odaklanmayıp yıl sonunda sergilenmeye değer “bir şeye benzeyen” aslında hep birbirine benzeyen faaliyetler yaptırdığımız kendi dilinde duygularını ifadeden yoksun ama İngilizce kelime ezberlettiğimiz, sayıları harfleri öğretmemişse öğretmenini de başarısız addettiğimiz bu çocuklar bizi dinlemeyecekler.

Dört duvara hapsettiğimiz, tek özgürlükleri haftada iki saatlik beden eğitimi olan onu da yağmurlu havada ellerinden aldığımız, spor salonu, sanat atölyesi, laboratuvarı olmayan bu çocuklar bizi dinlemeyecekler.

Her odasını sınıfa döndürdüğümüz ama “okul”u güven ve mutluluk dolu yuvaya döndüremediğimiz bu çocuklar bizi dinlemeyecekler.

Hayatında deniz görmemiş, Çanakkale Şehitliğine gidememiş, Anıtkabir’i bir şiirden ibaret sanmış, tiyatroyla buluşamamış, bir müzik aletini eline alamamış, yaşadığı kenti tanıyamamış bu çocuklar bizi dinlemeyecekler.

Sadece sınava ve akademik kariyere odaklı bir sistemde baştan yetersizlik ve yenilgi duygusu içinde sessizce attıkları çığlıkları biz duymadık onlar da bizi dinlemeyecekler.

Onlara ebeveyn, eğitimci, yöneten olarak topyekûn onca el dokunmayı beceremedik o yüzden onlar ekrana dokunmaya devam edecekler ve bizi dinlemeyecekler…

Bu çocuklara bir soru borçluyuz alacağımız cevaptan korkmadığımız bir soru:

“Nasıl bir bayram istersiniz?”