Bu hikâye, vahşice katledilen EROS’un hatırasına atfedilmiştir.
Nazmiye, denize doğru inen toprak yolun sonundaki Demir Yollarından emekli Süleyman Efendi’nin evine ikinci karısı olarak geldiğinde elinde bir bavul ve duman rengi kedisi vardı. Kırklı yaşlarının başlarında akça pakça minicik bir kadındı. Süleyman Efendi, doktorların, üfürükçü hocaların çaresini bir türlü bulamadıkları ağrılar ve sancılar içinde yaşayan biricik karısını kaybedeli birkaç yıl olmuştu.
Mahallede dolanan söylentilere göre, ilk kocası, Nazmiye’nin çocuğu olmayınca genç bir kadından bir oğlan çocuk peydahlamış, üstelik kadını çocuğuyla ve duman rengi kedisiyle eve getirmişti. Biçare kadın bir zaman idare etmeye çalışsa da en sonunda dayanamamıştı.
Kuması ikide bir kediyi kucağına alıp, “Uğurum benim, bana yuva verdin, erkek çocuk verdin,” dedikçe, Nazmiye uzun zaman yuvasını bozan bu kediyi zehirlemeyi düşünmüş, bir türlü yapamamıştı. Evi terk edişi kumasının ekmeğine yağ sürecekti. Ama onun o uğurlu kedisini çalıp canını acıtacaktı. Hem belki “bana da uğur getirir, yuva verir, çocuk verir,” diye geçirdi içinden, küçük bir bavulla gizlice evi terk ederken.
Anneciği, kundura tamircisi babası öldükten sonra, konu komşunun yardımları ile zar zor geçinebiliyordu. Mahalleli, yakın, uzak akrabalar elbirliği ile bir an önce Nazmiye’yi baş gözetmek için seferber olunca Nazmiye kendini Süleyman Efendi’nin evinde bulmuştu.
“İyi ki şeytana uyup masumu zehirlememişim, bana da uğur getirdi, yuva verdi, çok şükür rabbime.” diye diye dua eder oldu her gece. Ama gelgelelim çok geçmeden Süleyman Efendi: “Nazmiye Hanım, ben evde kedi istemem, sizlere daha önce defaten söylemiştim,” diye söylene söylene yorgun düşmüştü. Saygısından mı inadından mı anlayamadığı şekilde bu serzenişlere sessiz kalan Nazmiye’yi torunu Selin’e şikâyet etmeye başladı.
“Tamam evladım, bu kadın iyi hoş anlaşıldı, ama kediyi evde istemiyorum. Tövbe tövbe bu yaştan sonra olacak iş mi yahu! Yakaladığı fareleri koltuğumun üzerine bırakıyor, ev mundar oldu evladım. Rahmetli babaannen, değil evde, bahçede dahi kedi istemez, her yere zehir koydururdu, bilmiyor musun? Diyeceğim o ki; sen bu kadınla iyi anlaşıyorsun, seni dinler belki. Kediden vazgeçmezse gitsin bu evden.”
Selin, karısı öldükten sonra dedesinin yalnız ve çaresiz hallerinden çok etkilenmiş, farkına varmadan sorumluluğunu üstlenmişti.
“Dedem kedi sevmiyor küçük babaanne! Titiz adamdır. Gel götürelim iskeledeki camiye bırakalım. Bak değer mi bir kedi için?”
“Değer” dedi Nazmiye. Kararlı görünse de annesinin bu eve gelirken kulağına küpe ettiği, “Aman kızım, bizi ele güne karşı rezil etme, durumumuzu biliyorsun bir boğaza daha bakacak halim yok,” tembihleri içini kemirip duruyordu.
“Ben, bir yavru kedi alsaydım çocuğum olurdu, yuvam yıkılmazdı. Sen bilmezsin!” Sesini hiç yükseltmeden konuşan Nazmiye birden; “Sen bilmezsin! Aman neyse ne, oldu işte! Değer, ben biliyorum, değer!” diye bir yandan ince tiz sesiyle bağırıp bir yandan bir hışımla mutfak sandalyesine yayılmış uyuyan kediyi kucağına aldığı gibi bahçeye fırladı. O kadar inanmıştı ki onun yuva kurucu ve koruyucusu olduğuna. İkna edilemezdi. Ne kedisinin ne de kendisinin evden gitmesi mümkün görünmüyordu.
Selin günlerce, “Dedemi, küçük babaanneyi evden göndermemeye ve hatta kediyi de zehirlememeye ikna etmenin bir yolunu bulmalıyım,” diye düşünüp durdu. Tam da üniversite sınavlarına hazırlandığı zamana denk gelmişti.
Nazmiye Hanım, “Küçük” adını taktığı yeni hayatının en sıkı dostu olan Selin’e elbiseler dikiyor, sınavda istediği okulu kazansın diye dualar okuyor, tespihler çekiyordu. Akşamüstleri, koşa koşa iskeledeki caminin avlusuna bırakılan kedi yavrularını besleyip koşa koşa dönüyordu. Sanki kedisini ve kendisini tehdit eden bu “istenmeme” durumu hiç olmamıştı.
“Küçük babaanne, bahçedeki limonluğa kedi için bir yuva kuralım mı birlikte,” dedi Selin, nihayet aklına bir çözüm gelmişti.
“Deden sinirlenmez mi ki?”
“Dedem, oraya hiç gitmiyor ki artık, bahçeye bile çıkmıyor. Haberi olmaz. Sen birkaç tane minder dikiver şimdi kediye. Evin kapısını da kapalı tutarsan içeri girip dedemi rahatsız edemez, ne dersin?”
Minderleri, yemek ve su kabını alıp limonluktaki paslı demir masanın altına yerleştirdiler. Neşe içinde masanın üzerine de uzunca bir örtü örttüler. Plan tutmuştu. Süleyman Efendi’nin Nazmiye Hanımla ilgili şikâyetlerinin baş konusu artık, kedi değil, bazen yemeğin tuzu, bazen Nazmiye’nin arka arkaya tutan hapşırık krizleriydi.
“Kediye bak nasıl şans getirdi, gördün mü, yuvam dağılmadı, küçük. Annem ele güne rezil olmadı. Evimize bereket geldi,” demekten bıkıp usanmadı Nazmiye yıllarca Selin’e.
Selin, o yıl üniversite sınavlarını değil de hosteslik sınavlarını kazanmış, kırmızı kepini giymişti. İsmini daha önce duymadığı ülkelere uçup duruyordu. Eve ender gelmeye başlamıştı.
“Küçük babaanne, bu hafta sonu kedinin evine misafir getireceğim,” dedi, telefonda. Sesinde yabancı bir kıpırtı vardı. Nazmiye hemen anladı. Yemekler yaptı, kenarları dantelli masa örtüsünü, el işi peçetelerini, gümüş yemek takımlarını çıkarttı, limonluktaki masayı kurdu.
Küçüğün en gizli hikâyelerinin tek dinleyicisi, sevgilisiyle limonlukta geçirdikleri günlerin, hatta gecelerin sırdaşı oldu.
“Küçük babaanne, küçük babaanne! Evin tozunu attırmaya geldim.” Aralarındaki şifreli cümleydi bu yıllardır. Evlenme teklifi almıştı nihayet. Nazmiye çoktan, Süleyman Efendi’nin kaprislerinin ve hizmetinin dışında kalan zamanlarda maharetli elleri ile her biri sanat eseri kıymetinde çeyizlerini hazırlamıştı bile.
Kedi yaşlanmıştı. Bütün gün masanın altında ki minderde uyuyordu. Süleyman Efendi’nin önce elleri titremeye başlamıştı, sonra da ayakları. Desteksiz yürüyemiyor, o da bütün gün koltukta uyukluyordu. Selin, hamile kalıyor ama bebek rahime tutunamayıp, iki aylık olmadan düşüyordu. Evin tozu üzerlerine yağdıkça yağıyordu.
Nazmiye, yıllar önce çocuğu olsun diye defalarca gittiği yatırları, ermişleri ziyaret ediyor, adaklar adıyor, Selin ‘de doktor doktor geziyordu. En sonunda rahime giden kanallardaki kistin alınması gerektiğine karar verildi.
“Beklentiye girmeyin ama bu ameliyat sonunda ceninin tutunabileceği koşullar sağlanmış olabilir,” dedi doktor.
İki kadın hastane bahçesindeki bir banka oturup bir müddet doktorun “Beklentiye girmeyin ama…” diye başlayan cümlesini evirdiler çevirdiler. Bir umutsuzluğa buladılar bir umutla yıkadılar. “Küçük babaanne ya, sana bir şey anlatacağım,” dedi, Selin, koluna girip başını omzuna koydu.
“Babaannem kedilerden nefret ederdi. Senin Süleyman Efendi’de etrafa zehir koyar, sonra bahçeye girip o zehirleri yiyen kedileri toplayıp çöpe atardı. Ben çocukken her hafta sonunu sizin evde geçirirdik. Bir gün bahçedeki yavru kediyi can çekişirken bulup bizim eve getirdik. Annemle tedavi ettirdik, babam da annesi gibi. Kibirli, nadan. İstemedi kediyi. Biz de annemle çaresiz getirip bu hastanenin bahçesine bıraktık. O kadar çok ağladım ki. Babaannem ölünce hiç üzülmedim inan. Bir insan nasıl bu kadar gaddar olabilir aklım almıyor biliyor musun? Baksana kadere! O küçük kız büyüdü, başına bunlar geldi.” “Tövbe tövbe aklıma da neler geliyor ayol” dedi, doğruldu. Bankın altına yerleştirdiği çantasından telefonunu aldı, kocasına umut dolu bir sesle müjdeli haberi verdi.
Ahşap evlerin bahçelerinde, tavan aralarında doğuran kedileri ve yavrularını karton kutulara koyup iskeledeki büyük caminin avlusuna bırakmak bu semtin insanlarının âdetiydi. Nazmiye epeydir bir yandan yatır yatır gezip adaklar adıyor bir yandan da duman rengi bir kedi yavrusu bulmak için caminin avlusuna gidip geliyordu. Onları yemek artıklarından yaptığı yemeklerle besliyordu. Rengârenk kedi yavrularının içinde bir tane duman rengi bir yavru yoktu ya! Pesh! diyordu içinden umutsuzca.
Selin ameliyattan çıkıp odasına alınınca derin bir oh çektiler. Ziyaretçilerle bahçede sohbet ederken Nazmiye’nin ayaklarına dolanan duman rengi yavru bir kedi ile hastaneden çıktılar birkaç gün sonra.
“Küçük babaanne bu kedinin adını Bastet koyacağım ben,” dedi Selin. Mısır’a uçtuğumuzda kocam bana evlenme teklif etmişti. Biliyor musun? Eski Mısır’da kediler kutsalmış.” Bastet” Evin, doğurganlığın, doğumun Tanrıçasının adı.”
“Bastet da neymiş küçük! Tövbe tövbe. Peygamber efendimizin kedisinin adını koyalım,” dedi Nazmiye. Kucağına uyuyan duman rengi yavru kedinin kulağına üç kez Müezza, Müezza, Müezza”diye seslendi.
“Yuvan dağılmayacak, çocuğun olacak, evine bereket gelecek, küçük.”