Gri bir gökyüzü altında, birbirine yaslanarak uzanan tek katlı evler, terk edilmiş duygusu veren boş alanlar, üstünde duman tüten bir rafineri kulesi, insanı soluksuz bırakan bir ayaz ve evlerin arkalarındaki dar geçitlerde tekinsiz gölgeler. Philadelphia’ya yakın, mavi yakalıların yaşadığı küçük bir kasaba burası. Amerika’nın bu coğrafyası bütün toplumsal ve sınıfsal çıplaklığıyla karanlık sırlara ev sahipliğine hazır. Kasaba sakinleri birbirini ismiyle selamlasa da haklarında bilmedikleri pek çok şey var. Nesiller boyu bu kasabada sıkışıp kalmış yaşamlar, nehirdeki dallara takılı kalan genç kız cesetleri, intihar eden gençler, çocuklarını yitirmiş anneler. Kişisel trajedisini çatı katına kilitlemiş ama tüm tonlarını da yüzünde taşıyan, ruhu derinden örselenmiş bir detektif. HBO’nun yedi bölümlük mini dizisi Mare of Easttown, BeINConnect dijital platformunda Türkiyeli izleyiciyle buluşuyor.
O alışılagelmiş yaldızlı suç dizilerinin aksine Mare of Easttown, kadınlara karşı uygulanan rastgele erkek şiddetini, sınıf meselesini, aile ve yas temalarını derinlemesine ele alıyor. Ona basit bir detektiflik dizisi demek büyük bir haksızlık olur. Kate Winslet, 46 yaşının tüm görkemini kaba saba vücut dilinde, ucuza alındığı belli bol kıyafetlerde, makyajsız, filtresiz ancak her anında çocuğunu kaybetmiş olmanın yasını yansıtan yüzünde gizliyor. Bir İngiliz olarak Mare Sheehan karakteriyle Amerikalı oyuncuların bile cesaret edemediği alt sınıf Philadelphia aksanıyla kasabasında işlenen cinayetlerin peşine düşüyor. Mare Sheehan, alabildiğine kusurları olan, psikolojik olarak kırık dökük, yaralı ve zor bir kadın. Ve bir o kadar da karmaşık, çok katmanlı ve sahici. Kate Winslet’ın muhteşem oyunculuk performansı dizinin “katil kim?” sorusunu arka plana atıveriyor.
Mare of Easttown estetik düzeyindeki ve anlatı derinliğindeki bir dizi, popüler kültüre bakışımıza da yenilik getiriyor kuşkusuz. Suç teması etrafında dönen ancak her cinayetle kasabadaki ilişkilerin karanlık köşelerini sorgulayan ve Mare Sheehan’ın özel hayatındaki trajedilerle koşut ilerleyen bir anlatı söz konusu. Yan öyküler aslında tek bir cinayete, yani ilk bölümün sonunda ortaya çıkan genç bir kızın nehirdeki dallara takılmış cesedine bağlanır. Mare’in ortaokul arkadaşının kızının kaybolmasıyla bağlantısının araştırılması ile olaylar gelişmeye başlar. Bunu izleyen cinayetler aslında kasabalıların yıllar boyu sakladığı sırlarla ilmek ilmek örülüdür. Mare bir yandan intihar etmiş olan oğlunun suçluluk duygusuyla mücadele ederken bir yandan da oğlunun geride bıraktığı torununa bakmaya çalışır. Aynı evde yaşadığı annesiyle de gerilimli bir ilişki sürdürmekten geri durmaz. Boşandığı kocası çoktan başka bir kadınla nişanlanmış, evinin hemen arka bahçesinde mutlu görünen bir yaşam sürmektedir. Neredeyse her bölüm farklı cinayetlerle farklı şüphelileri eşleştirip durur. Her olasılık izleyici için mümkündür. Ne de olsa bu kasabada herkesin sakladığı bir sır vardır ve suç kimsenin hayatında eğreti durmayacaktır.
Cinayet gibi dev bir suç olmasa da sapılan yanlış ahlaki yollar ve insani sahtekârlıklar bir bir ortaya saçılır. Aldatılan eşler, bebeğinin ameliyatı için parayı vermeyi reddeden babalar, kuralları eğip büken polisler belki katil değillerdir ancak kasabanın gri havasını tamamlarlar. Raylarından çıkmış yaşamlar ve her ailenin içindeki kapanmayan derin yaralar en sonunda hep yüzleşememe temasında buluşur.
Mare of Easttown izleyicinin yerleşik algılarıyla oynamaktan da geri durmaz. Pedofili vakasında ilk okların derhal genç rahibe dönmesi, ana karakterlerden birinin romantik ilişkiye doğru ilerlerken beklenmedik şekilde öldürülmesi izleyiciyi bilindik formüllerin dışına çıkmaya zorlar. Mare asla örnek bir polis falan da değildir; video kanıtlarını siler, bunamış bir yaşlıyla atışır ve oğlunun sevgilisi eski bağımlı Carrie’nin arabasına uyuşturucu yerleştirir. Mare bir anti kahraman mıdır yoksa herkes gibi sadece insani zayıflıkları olan sıradan biri midir? Dizi pek çok soruyu ucu açık bırakarak izleyiciden katkı bekler. Seyirci sadece senaryonun çok katmanlılığı, karakterlerin fazlalığı ve olay örgüsünün karmaşıklığından değil temponun daha çok sinemasal bir dinginlikte akmasıyla da zorlanır.
Benzer atmosferi ve temaları geçmişte yakalamış diziler de yok değildir aslında. Peyton Place (1956’nın en çok satan romanı, 1957’nin hit filmi ve 1964-1969 yılları arasındaki başarılı TV dizisi), 1990-1991 yıllarını âdeta sallayan ve 2017 yılında devamı çekilen muhteşem dizi Twin Peaks (İkiz Tepeler) ve tabii 2013-2017 yılları arasında gösterilen popüler İngiliz dizisi Broadchurch bunlardan bazıları.
Yedi bölümden sonra uzun süre aklınızda ve yüreğinizde iz bırakan dizilerden Mare of Easttown. Ama belki de dizinin en etkileyici yanı, erkeklerin kırıp döktüğü hayatların parçalarını dayanışmayla hep kadınların toplaması; Mare’in annesiyle, kızı Siobhan’la, ölen oğlunun sevgilisi Carrie ve en iyi arkadaşı Lori ile inişli çıkışlı ama sonuçta daha da güçlenen, dallanıp katmanlanan kadın ilişkileri…
Mare of Easttown kişisel tarihimde bana Philadelphia’nın yoksul mahallerindeki yaşanmışlıkları ve etrafındaki gri madenci kasabalarının kasvetini yeniden hatırlattı. Amerika’nın farklı bir yüzünü olağanüstü bir oyuncu kadrosu eşliğinde izlemek isteyen herkese öneririm.