Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

Doğum tarihim 12 Mayıs. Tesadüfen o yıl (1979), Mayısın ikinci Pazarına denk geldiğinden Anneler Günü’nde doğmuşum. Doğurduğu yedinci çocuğu olduğum için, annemin kucağına verilen bir hediye olarak görmedim kendimi. Şöyle ilk çocuk olacaktım ki, değme keyfime. Gerçi onun da ayrı dertleri var ya neyse.

Ha bu arada akıllı telefonların elektronik takvim yapraklarını üşenmeyip epey bir geriye sardığımda şimdiye kadar doğru kabul ettiğim bir yanlışla karşılaştım. 12 Mayıs 1979 günü, pazara değil cumartesiye denk geliyormuş. Belki de cumartesi günlerini çok sevişim, hayattaki ilk uyanışım olduğu içindir.

Ailenin ilk evladı olan Binali’nin, yaşını doldurmadan bu hayattan ayrılması, benim altıncı çocuk olduğum yalanını da ortaya çıkarıyor. Yalanlar üstüne kurulmuş bir hayata uyanışım, daha başında bu kadar sancılıyken, aklım erip evin diğer üyelerini dinlediğimde meğer doğulmaması için epey bir çaba harcanan birisiymişim. Ah şu abi-abla zorbalığı! Ne vardı sanki dillendirmeselerdi şu konuyu! Neyse, canları sağolsun hepsinin.

Kürtaj olmaktan -korktuğu için- son anda vazgeçen bir anne ve o kadar nüfusa nasıl bakarım diye üzülmeden bu vazgeçişe herkesten çok sevinen bir baba. İlerleyen yaşlarda kürtaj meselesini sorguladığımı hisseden babam, annemin kürtajdan vazgeçmesine çok sevindiğini anlattığı anısıyla beni teselli etmişti. Bu sevince ben de ortak oldum ve bir nebze de olsa içimdeki kabuksuz yaramın tozunu toprağını kabaca alabildim.

Baba demişken asıl uyanışımdan bahsedeyim. Bu aralar babam hakkında çok şey düşünüyorum. Nihayet babamı anlamaya başladım; ama biraz geç oldu. Keşke kaybetmeden önce bu uyanışı yaşayıp babamla saatlerce konuşsaydım, onun dertlerini, kızgınlıklarını, sertliklerini anlardım. Belki de yüzündeki asık suratının nedeni çocukluğunu yaşayamamasından kaynaklanıyordur. Çocukluk travmaları peşini bir türlü bırakmamış olabilir. Hislerini de anladığımızı söyleyemeyiz. Küçük ağabeyim boşanıp tekrar baba evine dönünce -her ne kadar zıtlaşsalar da- sabahın köründe kalkıp ona kahvaltı hazırlaması, sürekli onu düşünmesi,  “Ona bir şey olursa, benim üstüme gömün, çünkü onun kimsesi yok.” diyerek, gözlerinin dolması, bizim hiç değer vermediğimiz şeylerdi. Onca yıl altı çocuğunu ele güne muhtaç etmeden büyütmesi, okutması, altı çocuğuna 3 daire bırakması, onun bu dünyada yapabilmeye gücünün yettiği şeylerdi. Ölüm döşeğinde, bu yaptıklarından gurur duymak istemesini bile çok gördük ona. “Benim mal varlığım… ” diye başladığı sözleriyle, “Baba, sanki bize geride fabrika bırakıyorsun! ” diyerek lafını ağzına tıkadık. Hastanede kendisine verilen yemek fazla gelince, ısrarla her seferinde, “Bunların yarısını diğer hastalara verin, diğer kardeşler yesin.” sözlerini, “Babacım, kim uğraşacak bunlarla, gel otur Allah aşkına” diyerek iyilik yapma özlemini önemsemedik. Belki o da kendince diğer insanlardan bu şekilde beğenilmeyi, günümüzün tabiriyle “like” almayı istiyordu. Bunu bile ona çok gördük.

Ölüm döşeğinde, yaş olarak ve çile çekme seviyesi kendisine en yakın olan büyük oğlu Fuat’la birlikte ortak benzerliklerini dile getirmişti: Gençliğimde benim yatağım olmadı, Fuat’ın da bir odası, diyordu. Ne kadar koymuş ki onca yıldan sonra bunları söylüyordu bana.

Ailecek “anneci” olduğumuz için, yalnızlaştırdık onu ve hiç sesini çıkarmadan katlandı bu duruma. Belki de bu kadar çalışkan olması ve bir dakika bile yerinde duramaması, zihnini meşgul eden kötü şeylerden kurtulması için bir yöntemdi.

Sevgi için yanıp tutuşan bu adamın küslüklerini de zar zor anladık. Onun yaşında ölüp de memleketine gömülmek istemeyen yok gibidir; ama o, sevgi görmediği, sürekli çile çektiğini düşündüğü köyüne bile gitmeyi reddedip burada gömülmeyi isteyecek kadar da kararlıydı. Annemin tüm karşı gelmelerine rağmen kırmadık bu son isteğini.

Son günlerinde, gücümü toplayıp şu soruyu sormuştum babama. Bir nevi helallik isteğiydi. Boğazım düğüm düğüm, “Benden de razı mısın baba?” dedim. Sanki bu soruyu bekliyormuş ve cevabı da hazırmış gibi, “Bütün çocuklarımdan razıyım. Bir kusur varsa hepsi benim” demişti.

Şimdi geriye dönüp baktığımda, geç uyandığımı farkediyorum. Bu uyanış öyle bir uyanış ki, üzüldüğüm konu, babamın ölmesi değil aslında. Bundan kaçınılmaz. Üstelik zannediyorum ki, ona verilen ömrü tamamlayarak gitti bu dünyadan. Yani biz ne yaparsak yapalım 2024’ü göremeyecekti zaten. Kendince “Fen çok ilerledi”, dese de buna bilimin de yapabileceği bir şey yoktu. Babamın pili 17 Aralık’ta bitecekti. Buna ruhi ölüm de diyorlar. Bir de pilimizin bitmeden vuku bulan bir ölüm çeşidi var ki ona da karma ölüm diyorlar. Yani diyelim ki birine kötülük yaptın, o da gelip seni öldürdü. İşte bunun adı karma ölüm. Bu nedenle babamın ruhi ölümüne çok üzülmedim; ama bu dünyaya gelmeme en çok sevinen adamı yeterince anlayamadım. İşte en çok üzüldüğüm, en pişman olduğum konu bu. 

Uyandım uyanmasına; ama sanırım artık çok geç oldu!