Eda Özdemir, 17.04.1979’da İstanbul’da doğdu. Bursa Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü mezunudur. Öyküleri, çeşitli seçkilerde ve edebiyat dergilerinde yayınlandı. Okumayı öğrenmenin hayattaki en büyük devrimlerden biri olduğuna inanıyor. 

Lalezar Apartmanı, Zümrüt Sokak, Lalezar Apartmanı, Zümrüt Sokak, Lale… Bilincim zehirli bir engerek gibi tüm bedenime yayılana dek içimden tekrarlıyorum bu kelimeleri, ta ki zehir tüm hücre duvarlarımı kaplayıncaya kadar. Başımdaki plastik mavi sürahi, gonca gül desenli kesme bardak, yeşile boyanmış demir komodin,  duvarda “Anne sütü, toplumun gücü!” yazan bir afiş, boğazımdan gelen hırıltı, kaburgamın sızısı, açılıp kapanan kapılar, tentürdiyot kokusu, ilaçlarla dolu cam bir dolap…  Olanlar olmuş da, meçhul gayesiz kalmış gibi bir hava. Tek bilinmeyenli denklemin öznesi olmak. Adının Hasene olduğunu öğrendiğim hasta bakıcının “Nen var evladım?” der gibi bakması, zamanın hükümsüzleştiği bir an. Vücudumdaki acılar düşünmemi engelliyor; gece karanlığında bir geyik başı görecek oluyorum, sırtımdaki ağrı, “Gözlerini kapa!” der gibi nefesimi kesiyor. Bir ağacın kurumuş dallarına tutunuyorum, kollarım, “Bırak bizi!” der gibi iki yanıma düşüyor. “Nen var evladım?”, karanlık gece tüm cevapları siliyor. Direnmiyorum; başım sol omzuma düşüyor. Çıtı pıtı iki hemşire konuşuyor; ince kemikli, seyrek saçlı olan, “Ne işi varmış ki gece yarısı o kuş uçmaz kervan geçmez yolda?” derken kendince göz kapaklarımı kontrol ediyor. Görece daha yapılı olan ise, “Belli ki atmışlar yol kenarına, aklı zayi olan bile gitmez gece vakti oralara.” diyor, arkadaşı kadar ihtiyatlı değil… Bana olanları benden uzaklaşan sesler getiriyor kulağıma. Sesi çık(a)mayınca orda yok mu sayılıyor insan? Dost meclisindeki üçüncüyüm ben. Ankara-Polatlı yolunda, yol kenarında, bir ağacın yüzeye çıkmış köklerinin üzerinde yatarken bulunmuşum.  İlk başta yaralı bir hayvan sanmışlar. Yeni yetme Komiser Nedim bulmuş beni, “Yeni yetme Komiser Nedim mi?” İsimler, sıfatlar, makamlar, samimiyetin lüzumsuz yüz gözlüğü.  Gün ve gece penceremde asılı duran bir tablo, gün gün gün, gece gece gece…  Başım boynuma hep yük. Gün gün gün, gece gece gece… 

Penceremin altından okul bandosu geçiyor; hasta bakıcı Hasene neşeyle açıyor penceremi, “Nisan yağmurları berekettir. ”diyor; “Şöyle bir gayretlenince çekersin içine! Dilinin bağı da çözülür belki.” Lalezar Apartmanı, Zümrüt Sokak yazan avucumu gösteriyorum. Avucumu ellerinin arasına alıyor. Boylu boyunca çizgilerine dokunurken, “Bahtın güzel olsun yavrum,” diyor;  “Baht mühim…” 

İnce kemikli, seyrek saçlı olan hemşire gelmiyor artık; diğeri ise suskun, pencereden dışarı bakarken efkârlanıyor bazen, başucumdaki deftere bir şeyler yazıp gidiyor. “Hadi bakalım,” diyor, “Benden bu kadar yaralı ceylan!” Geyik gözden kaybolurken, üzerinde yattığım kökler birbirine dolanıyor. Yaralı ceylan mı?

 Ağrılarım bana benden daha dost olmaya başladılar. Her biri gün be gün ayrılırken bedenimden helallik istiyor sanki… “ “Bacaklarına can geldi.” diyor hasta bakıcı Hasene, “Bugün saydım, pencereye altı adım.” Avucumdaki yazıları kimsenin görmemesine şaşıyorum. Dilimin bağı da tastamam çözülse. “Yeni yetme Komiser Nedim” ile tanışıyorum nihayet, dedikleri kadar var. Henüz yolun başında. Hiçbir şeyin onu yıldıramayacağını düşündüğü o aç çağında. Beni yaralı bir hayvan gibi, ağaç köklerinin üstünde yatıranın ne olduğunu bulup, ortaya çıkarmakla başladığı işi bitirmek istiyor. Kalbi benden yana olsa da hırsı “Konuş be kadın!” diye bağırıyor suratıma.  

Zihnim akıp giderken, dilim geriden geliyor. Olmuş olan, şu an olan, olacak olan, dilime mühürlü. Zar zor kopup gelen birkaç cümleyi yalnızca ben anlarken artık etrafımdakiler de anlamaya başlıyor. Bir bebeğin dilinden yalnızca annesinin anlaması gibi, ilk lokmayı verdiğinde onunla birlikte ağzını açması gibi.

 Siyah bir gecede bir arabada yol aldığımı görüyorum. Kırık, bozuk, iptidai sokak lambalarını sayıyorum. Arabanın sürati lambaları birbirine karıştırıyor. Yanan, yanmayan, kırık, devrilmiş, boyalı, boyasız… Ensemde bir ağırlık hissediyorum, gözüm hala lambalarda. Birdenbire açılan kapı, rüzgârı içimde hissetmem, köklerin sert kucağı, lambaların silikleşen ışığı. “Bu kadar mı?” diyor, “Yeni yetme Komiser Nedim.” Bu kadar diyorum, gerisi yok. Ama avucumda yazan bir şeyler var. Şaşkınlıkla bayramda ninesinin eline yapışan çocuklar gibi ellerimi ellerinin arasına alıyor. Bir tılsımın katmanları açılacakmış gibi hayretle baktığı avuçlarımı, biraz öfke, biraz hayal kırıklığıyla iki yanıma bırakıyor. “Burada bir şey yok,” diyor. “Nasıl bir oyun bu?” İşte burada diyorum, nasıl görmezsiniz? İnanmaya hevesli her insan gibi tekrar deniyor şansını. Odadan çıkarken mahcup ve öfkeli… Bedenim iyileştikçe dünyevi meşakkatler galebe çalıyor içimde. Neden kimse avucumdakileri görmüyor? Bana zahir olan başkalarına batın kalıyor. 

Hasta bakıcı Hasene her gelen yeni günü, pencerenin önünde değişen her şeyi büyük bir heyecanla karşılıyor; gelip giden aklım onun takvimlerden bağımsız yaşama sevinci ile huzur buluyor. Hıdırellez günü beni bahçeye indiriyor; şebboyların, güllerin, fulyaların arasında asfaltı bozulmuş, parçalı, toprak bir köy yolu gibi olan hafızama kokular doluyor. Asfaltı bozulmuş yol, mozaikleri dökülmüş apartman, kapı girişi mermer eşik, paslanmış levha, sökülmüş kapı zilleri, tıkanmış mazgal, ipte sallanan çamaşır, tahta mandal… 

Avucum avucunda bir kadın, tükenmez kalemin kokusu… “Okuldan dönerken evin yolunu bulamazsan diye yazıyorum Züleyha, Lalezar Apartmanı, Zümrüt Sokak. Kaybolursan da birine göster, ama sen illa ezber et, illa ezber et, silinse de silinmese de. Aferin işte böyle benim akıllı kızım, işte böyle…”