Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

“Horluyorsunuz beyefendi,” dedi. Başı cam kenarındaki adamın omzuna düştü düşecek. O da uyuyor suratını yapıştırmış cama, ama sessiz.

“Bakar mısınız?”

“Buyurun efendim”

“Adam horluyor, duymuyor musunuz? Koltuğum sallanıyor. Zaten uçak korkum var benim, ayol. Müdahale etsenize, lütfen ama.”

Bir el omuzunu dürtükleyip duruyor. Kulağının dibinde, “Beyefendi, beyefendi,” diyen tiz bir ses.

Sıçrayarak doğruldu.

“Beyefendi, affedersiniz uyandırmak zorunda kaldım. Sizi arkadaki boş koltuklara alabilir miyiz, yolcularımız rahatsız oldu.”

Uzun boylu, irice hostes neredeyse üzerine kapanmış, sakinleştirmeye çalıştığı ince tiz sesiyle aynı cümleyi tekrarlayıp duruyordu. 

“Bir sorun mu var?” 

Hostes kaşlarını iki kez kaldırıp indirdi. Sevimsiz bir surat.

“Sakin olun, sorun yok, beni takip edin lütfen.”

 Koltuğun altına yerleştirdiği evrak çantasını alıp hostesin gösterdiği koltuğa geçip oturdu. 

Çabuk öfkelenirdi aslında. Sarsılarak uyandırılmasına neden tepki göstermemişti ki? Çantasından pembe kapaklı dosyayı çıkarttı. Pembe tüylü kalemlerinden birini eline aldı. Bir müddet kalemin tüyünü yüzünde gezdirdi, derin derin nefesler aldı, verdi. Çocukken, küçük kız kardeşine alınan pembiş şeylerden ona da alınmadı diye ağlardı. Hırçınlaşır, zavallının ince kıvırcık saçlarını ellerine dolar, salya sümük ağlatana kadar çekerdi.

Şu hostes kızın sıkı sıkı tepesinde topladığı saçlarını niye yolmadım ki? diye düşündü.

O manalı kaş kaldırmalar. Koltuğunu değiştirmeler.

Uykuya dalmıştı ve bir şey olmuştu uyurken!

Önünde duran pembe dosyadan içindekiler sayfasını alıp gözlerini kapattı.

Bir- Önce otele yerleşme. 

Yerleştim. Not: Beni havaalanında karşılayacak olanlarla mefaseyi koruyacağım. Mefase ne ya; mesafe. Kafa da gitti iyice.

İki- Kaymakamı ve komutanı ziyaret. 

Yok yok. Bundan son akşam vazgeçmişti. Önce aşiretin ileri gelenleri ile lobide buluşma. Dedemin hastalığından bahsetmek yok. Dedem demek yok. Hasip Ağa! Sıhhat, afiyet dilekleri var. Her birinizi tek tek gözlerinizden öper, hepinize duacıdır. Kısa cümleler, az konuşma, mesafeli duruş. 

Üç- Hep birlikte büyük dede Üzeyir Ağa’nın yaptırdığı camide öğle namazı kılıp, aşiretin öbür tarafa göçmüşlerinin kabirlerini ziyaret.

Gözlerini açtı. Ne olmuştu az önce? 

Başını uzatıp kalktığı koltuğa baktı. Yan koltuktaki orta yaşlı, göbekli, kıllı parmaklı adam, suratı şişinmiş, bön bön bakıp duruyordu hostes kadına gelip geçerken. Kadın gördüler mi böyleler işte bunlar, diye düşündü. Bu uçakta ne işi vardı ki? Babasının okumak için çıkıp geri dönmediği, ardı sıra dedesinin de pılısını pırtısını toplayıp terk ettiği topraklardan, o topraklar için çıkan kavgadan ona neydi ki? 

İlk önceleri dedesi Hasip Ağa’nın çocukluğundan beri anlatıp durduğu hikâyelerden biri sanmıştı.  Aşiret, ağalık onun için akşamları arkadaşları ile buluştukları gece kulübünde eğlenirken, “Ben bir aşiret ağasıyım, ona göre,” dediğinde arkadaşlarına eğlence malzemesi olan bir kelimeden başka bir şey ifade etmiyordu. 

Aşiret içindeki kavgalar, silahlı çatışmaya dönünce, Hasip Ağa, Beykoz sırtlarındaki Boğaz’a nazır evindeki hasta yatağında doğrulup, uçacak gibi kanat açmaya başlamıştı sanki. 

Her akşam yanına çağırıp tanımadığı insanları, geçmişte olanları anlatıp duruyordu. Evine dönerken, hepsini unutmaya çalışıp, kendi kendine “Don’t worry” dese de, Hasip Ağa, hayatını hallaç pamuğu gibi savurup duruyordu.

“Oğul, Allah beni 38 yıl önce topraklarımızı terk ederken öldürdü. Şimdi diriltti! Dostumu düşmanımı gördüm. Allah o dişsizlere erik verdi. O erikleri alıp sahibine teslim edeceksin! Yüce Rabbin makası altındandır. İşte sen o altın makassın. Gidip keseceksin sorunu! Hasip Ağa’nın soyu geldi diyecekler!” 

Haftalardır sol ayak baş parmak ucundan ayaklarına, oradan bacaklarına, oradan da göğsüne doğru sinsi bir titreme yayılıyordu. Yoga hocasının, “Dikkatini ayak baş parmağındaki titremeye yoğunlaştır. Onu takip et, beşe kadar nefes al, üçe kadar bekle yavaşça ver” diyen dingin sesi önceleri işe yaramıştı.

Her sabah, “Yahu adam 93 yaşında. Her akşam gittikçe artan dozlarla elektrik şokuna maruz kalıyormuşum gibi hissediyorum, anne! Babam bile memleketine defnedilmek istemedi. Ben ne bilirim oraları! Ne tanırım onları! Benim bizzat girmem gereken önemli duruşmalar var. Yurt dışından gelen şirket yöneticileriyle önceden planlanmış toplantılarım var. Delireceğim ya.!”

“Oğlum, sen koskoca avukatsın. Elin gâvurlarının şirketlerinin patronları ağzına bakıyor, senin görüşlerine göre karar veriyorlar. Kendi kanından, canından insanların arasını mı bulamayacaksın? Dedenin sözünün üstüne söz olmaz. Deden ne diyorsa onu yap.!”

“Ne demek dedenin sözü üstüne söz olmaz! Senin çarpıntın artıyor da bana neler oluyor biliyor musun, anne ya!” 

Birinin telefonu, diğerinin yüzüne kapatmasıyla sonlanan uzun konuşmaları hayatının parçası haline gelmişti. Bir süredir, oğlunun lafının üstüne laf etmeyi kesen annesi, her sabah telefonu ezberlediği şu yedi cümle dualarla kapatır olmuştu telefonu: “Neşet Sönmezler! Sen yabancı ülkelerde okudun, kaç tane gâvur dili konuşursun. Onların dilinden de anlarsın. Koskoca Hasib Ağa’nın tek varisisin! Sütle abdest alanlara haddini bildir. Git orada soyuna sopuna, toprağına sahip çık. Unutma; kader gelince gözler kör olur!”

Uçak ineceği yere yaklaştıkça göğsüne yerleşmiş el kaburgasını çatırdatır gibi oluyordu. “Sonraki adım neydi? Kaymakamı, Jandarma Komutanını ziyaret.”

Bir sonraki adımı hatırlamaya çalışıyordu. Ama aklı boş bir sayfa gibiydi. Cızırtılı ve anlaşılmayan bir anonsla irkildi. 

“Değerli yolcularımız iniş için alçalmaya başlıyoruz, lütfen yerlerinize geçin ve kemerlerinizi bağlayın.” 

Biran kalbi ağzından çıkacak gibi oldu. Titreme göğüskafesinde sıkışıp kalmıştı. Motor kapağı çatlamış araba gibi sallanıyordu vücudu.

“Beyefendi iyi misiniz? Su getirin, çabuk çabuk.” 

Şimdi, annesi, hostesin tiz sesini bastıran iğnesi kırık pikaba koyduğu çizik plaktan “…koskoca Hasip Ağa’nın…… unutma, kader… sütle…” diye sesleniyordu.

“Küçük bir panikatak krizi geçirdiniz, gerekli müdahaleler yapıldı. Endişelenecek bir şey yok. Serum bitince gidebilirsiniz,” dedi genç doktor.

Bu küçük Anadolu şehrinde dünyaca ünlü oteller zincirinin birkaç yıl önce açtığı beş yıldızlı otele vardığında neredeyse akşam olmak üzereydi. Resepsiyon görevlisine; “Rahatsız edilmek istemiyorum. Bana telefon bağlamayın. Soranlara burada beklememelerini, kendileri ile yarın sabah saat 10’da lobide buluşacağımızı bildirirseniz memnun olurum,” dedi.

Duşunu alıp, mor ipek pijamalarını giydi. Yanında getirdiği mumları yakıp nefes egzersizlerini yaptı. Düşüncelerin kendisini esir almasına müsaade etmeden bedenine odaklandı. Yapayalnızdı.

Üniversite okumak için yurt dışına gittiğinde günlerce baş etmeye çalıştığı yapayalnızlık duygusunun aslında kendisine özgürlük verdiğini kısa zaman sonra anlamıştı. Hesap vermesi gereken, koruması, kabullenmesi ve sonra da sevmesi gereken tek şey kendiydi. Yalnızlık, özgürlüğünü fark ettirmişti. Özgürlük ise kendiliğine açılan cesaret kapısıydı.

“Neşet oğlum, sen en zor şeyleri başarmış adamsın!” dedi, aynaya bakıp. Son model kestirdiği saçlarını elleri ile düzeltip, kaslı vücudunu seyretti bir müddet. 

Sabahtan beri bir şey yememişti. Eski şehre tepeden bakan bir yere yapılmış otelin restoranı birkaç masa dışında neredeyse boştu. Cam kenarındaki masalardan birinde ikisi kadın beş kişi dikkatini çekti. Biraz yakınlarında bir masaya oturdu. İki kadının arasında oturan kırklı yaşlarındaki adamı bir yerden tanıyor gibiydi.

“Yok canım, ne işi var burada,” diye düşünse de gözü o tarafa takılıp duruyordu.

Bir fırsat kollayıp çektiği fotoğrafı büyüterek baktı. Kırlaşmaya başlamış saçları ile uyum içinde parlayan mavi gözlerinden tanıdı. On yıl önce Liverpool Üniversitesi’nde Uluslararası İşletme Hukuku Yüksek Lisansı yaparken tanıştığı ve kıskançlık kavgası ile ayrılıp bir daha görüşmedikleri David’di.  Telefonundan ismini silmemişti, bir fotoğraf gönderdi. “Ve! Karşında Neşet! Tam karşında, şimdi,” diye yazdı, yanına bir gülücük emojisi ekledi. İngilizler yemek sırasında telefonları ile ilgilenmezlerdi. Masadan kalkıp odasına gitti. Resepsiyonu arayıp David Peterson’ un oda numarasını sordu. İşi şansa bırakmazdı. Evrak çantasında görüşeceği kişiler arasında olan kuzeydeki köylerin bulunduğu sahada maden arama ruhsatı almış İngiliz şirketinin yetkililerinin adına bakmak için pembe dosyayı aradı. Dosya yoktu. Üzerinde durmadı. Pembe tüylü kalemlerinden birini aldı, sehpaya koydu.

“Hi! Neşet, how are you?” 

Beklenen telefon gelmişti. David’in yumuşak dingin bir ses tonu vardı. Fransızca aşk dilidir derler ama David’in sesinde İngilizce tam tamına aşk diline dönüşürdü. Arada Türkçe cümleler kuruyor, o da İngilizce cevap veriyordu. Konuşmaktan çok gülüşüyorlardı. Aniden ikisi birden sustu. Aralarında eski bir oyundu bu. “Suskunluğun kararı” oyunu. Ama oyunun kurallarını hatırlayamadı. Bardan seçtiği bir şişe viskiyi alıp koridorun sonundaki David’in odasına gitti. İkisi de gereksiz, boş konuşmaları sevmezlerdi. 

“Seni takip ediyorum, birçok şirketin Türkiye’deki avukatlığını kapmışsın. Özel hayatında takibimde, ama çok bir şey yakalayamıyorum,” dedi David.

“Beni merak mı ediyorsun, kıskanç herif?”

David gülümsedi. Gülümsediği zaman seyrek ön dişleri ortaya çıkar, karizmasını sarsardı, ya da O öyle tanımlıyordu gülümsemesini.

“Elbette. Ama konu başka. Bu karşılaşma bir tesadüf mü? Elbette hayır.”

“Pardon, anlayamadım?” dedi şaşkınlığını gizleme gereği duymadan.

“Şirket, sizin ailenin köylerinin bulunduğu alanda maden arama ruhsatı aldı. Halkın tepkilerini anlayabilmek için uzun zamandır buralarda araştırmalar, çalışmalar yapıyoruz. Henüz maden sahasına girmedik. Şirket beni oluşabilecek çevresel ve sosyal etki ve pek tabii tepkileri yönetmem için gönderdi buraya. Tecrübemin yanı sıra sana olan yakınlığımdan haberleri olmuş. Bilirsin bizde hiçbir şey tesadüfen olmaz, derin araştırmalar, ince hesaplar. Size, daha doğrusu dedene bağlı insanlar…” 

“Aşiret mensupları diyelim, doğru kelime bu.” Sözünü kesip konuyu dağıtmak istedi. 

“Evet işte, sizin aşiret yaşıyor maden sahasının sınırındaki köylerde. Biz oraları satın almak istiyoruz. Aşiret mi diyorsunuz, bu büyük ailede en çok sözü geçen kişi Hasip Sönmezler, deden yani.” 

İstediği olmuştu. David sözü kesilince, tökezlemiş, susmuştu. Neydi o oynadıkları oyun. Suskunluğun bir şeyi, işte. 

“Dur dur, ben bu sabah uçakta panikatak geçirdim. Hastanede gözümü açtım. Sen ne anlatıyorsun ya da ben yine rüya mı görüyorum?” Ayak parmaklarından, bacaklarına doğru yayılan titremeyi arka arkaya aldığı derin nefeslerle durdurdu.

David gülümseyerek: “Seni merak ediyorum, ama konumuz şimdi bu değil.” 

Hakikaten ne çirkin bir gülümsemesi var bu adamın diye geçirdi içinden. 

“İkimiz çok iyi bir işte ortak hareket ediyoruz. Köylülerden bu işe karşı çıkanlar var, bir de karşı çıkıyor görünenler. Karşı çıkıyor görünenlere birtakım vaatlerimiz oldu. Dedene ulaşıp onu kışkırttılar. Tahmin ettiğimiz gibi. Açıkçası, amacımız seni işin içine katıp akılcı bir yolla halkın tepkisini yönetebilmek. Sessiz sedasız sahayı boşalttırmak. Silahlı çatışmaya varan gerginlik bizim kontrolümüzde oluyor. Korkacak, çekinecek bir şey yok. Dedenin sana aktardığı bilgilerin çoğunu biz verdik. Merak etme, şirket sana ciddi bir bütçe ayırdı. Sizin bir sözünüz var.- tereyağından kıl çeker gibi- İşte tam böyle bitireceğiz seninle bu işi, iki eski..”

Gerisini duymadı bile. “Eyvallah” deyip çıktı odadan. 

“Pis sarhoş.”

Saat gece yarısını geçmişti. 

“Pis sarhoş! Hasip Ağa’ya ulaşmışlar, kışkırtmışlar. Beni oyuna sokup, ihanet edeceğimi düşünmüş adama bak! Vay vay! Kader gelince gözler kör oluyormuş hakikatten.”

Telefonu eline aldı, ortağını aradı.

“Kusura bakma, detayları yarın anlatırım, acil durum.”

“Meraktan çatladık, annen arar bir taraftan, hastanelik olmuşsun. Telefonu açmıyorsun? Ne konuda acil durum, iyi misin?”

“Herkesi uyandır. Duruşmalara dahi gidilmeyecek, mazeret gönderin. Maden arama ruhsatına ilişkin tüm belgeleri, bağlantıları, işin arka planında olabilecek bürokratları, eski-yeni ulaşabileceğimiz milletvekillerinin telefonlarını, Çevre Koruma Dernek başkanlarının telefonlarını bulun. Stajyerler, daha önce maden arama ruhsatlarının iptali için açılmış dosyalara ulaşsın. Ayrıca bu Maden Arama Şirketi hakkında da bir araştırmaya gidelim bir yandan sen not al bunu şimdilik. Saat ikide tüm ofis, burada olun.” 

“Kapatalım mı ofisi yani? “

“Ya bırak şimdi dalga geçmeyi, sen bilirsin ne yapacağını.”

“Tamam, anlaşıldı. Ben seni bilgilendireceğim. Sakin ol, ilaçlarını al, anneni ara ve uyu.”

Pembe dosya nerede acaba, diye düşündü telefonu kapatınca. Uçakta kucağından kaymış olmalıydı.