Ellerinden belli olur bir kadın…
Sezai Karakoç, Monna Rosa
Burası kadınlar koğuşu. Yok, hapishane değil; akıl hastanesi kadınlar koğuşu. Temizlikçiyim ben burada. Dört yıl falan oldu.
İlkokulu bitirince okutmadılar beni. Evlendirdiler. Sonra kocam öldü. İki de çocuk. Kayınpederim baktı ki yük oluyorum, işe soktu beni. Kendisi de şirketin birinde bahçeye bakıyor; çiçek dik, budama yap filan. Oraya koydu beni temizlikçi diye, onlar da buraya verdiler. Böyle işte. Sanıyorum böyle.
Burası uzun uzun koridorlar. Sağlı-sollu odalar. Altı yatak, sekiz yatak; bazen altı ama mesela sekiz kişi kalır; yer yok, n’apıcaksın? Kapıları açıktır; görmek lazım içeriyi. N’olur n’olmaz çünkü.
Sabah çok erken kalkarlar. Kahvaltı filan. İlaçlar. Ondan sonra kapılar kapanır. Bütün gün koridorlarda. Çay, kahve, televizyon. Bahçe de var. Böyle işte.
Kadınlar çok fena. Hepsini aynı yere koyamazsın. İyisi var, kötüsü var; azı var-çoğu var. Deliliğin yani onu demek istiyorum. Kimisi tutar kendini paralar, kimisi seni. Çok yaklaşmayacaksın; biraz mesafeli duracaksın. Daha ilk günden öğrendim bunu. Hiç unutmam o günü. Temizlik yapıyorum; odalar, helalar. “Hırsız bu” dedi bir tanesi. Hart diye elimi ısırıverdi. Neye uğradığımı şaşırdım; taş gibi kaldım. İttim bunu, elimi de önlüğümün cebine soktum ama nasıl acıyor. Daha yeni başlamışım; deliler koğuşu burası; verilir mi insan onların arasına ilk günden? Verdiler işte. Dişlerinin izi kaldı sağ elimin üstünde; kıpkırmızı. Merhem filan sürdüler. Sesimi çıkartmadım. Kadını da dövdüler. Götürdüler, üç gün görmedim sonra geri geldi. Ben uzak duruyorum, o yanaşıyor bana. Sersemlemiş zaten. Nasıl denir, böyle deniz anası gibi gevşek gevşek, nereye itersen oraya gidiyor. Deniz anasına da bilmem ya işte vapurda filan denize bakınca. Sanıyorum.
Çok doktor var. Öğrenci, stajyer; dolu. Gündüz neyse de geceleri az doktor olur; daha çok ilaç verirler hastalara uyusunlar diye. Bunları diyorum, iyileşsinler diye buraya koymamışlar; girsin de çıkmasın; yani çıkarsa olmaz ki şimdi sağda solda. Birini mi öldürür, biri mi bunu öldürür artık düşün. Olmaz yani. Deli olmuşsun bir kere, dünyaya karışamazsın ki. Dünya sana karışır ama.
Bu bana, ısırmıştı ya hani, gülüyor ondan sonra. Habire laf atıyor “iyi misin, nasılsın?” “He” diyorum, “iyiyim, ne var?” Gidiyor. Giderken ellerini kokluyor hep. Beş parmağını böyle “çok güzel” der gibi nokta eder birleştirirsin ya, kocam yapardı onu-bi de parmaklarına öpücük kondururdu beni dövmeden önce-ondan sonra sopayla girişirdi-bazen tekmeyle- yok, bu öpücük kondurmuyor da kokluyor parmak uçlarını tırnaklarıyla birleştiği yerden, ikide birde ama. Sonra da tiksinç bir şey gibi yüzünü buruşturuyor, “öööö” diyor, bazen ağlıyor. Derken yine geliyor, yine diyor “n’aber?”
Bir gün, “kaç çocuğun vardı senin” deyiverdi bana. Aaaa nerden biliyor? Neyi nereden biliyor? “Vardı” ne demek? Yok mu demek? Vardı da şimdi yok mu demek? N’oldu demek. Ellerin ne demek? Yangın ne demek? Kim yandı mı demek? Kaç çocuğun vardı ne demek? Kaç çocuğum vardı benim?
İki.
Kız altı, oğlan dörttü. İçerdi bu. Kocam yani. Ne var ne yok içkiye verirdi. Kayınpederim dedi, “gelin bizle oturun.” İstemedi. Babası içkisine laf edecek çünkü; ister mi? Hafta yedi günse ben beş gün dayak yerim. Çocuklar da yer. Dışarda içtiyse kurtarırım o gün. Zilzurna gelir, elini kolunu kaldıracak hali yok; yatar zıbarır. Evde içtiyse yandım demektir. Az biraz içer, ortada beni döver, zorla -afedersiniz- sahip olur; böyle ellerime bastırıp üstüme çıkar, bazen sandalyede bazen banyoda-çocuklar ciyak ciyak– işte öyle, ondan sonra oturur keyifle bir daha içer, deniz anası gibi olunca yatar. Yani o zıkkıma meze diye döverdi beni. Benim ağzım burnum dağılmış, yüzüm gözüm kan. Köşeye yumulmuşum. Yumulursam küçülürüm de daha az görür sanıyorum, daha çok görüyor. Bir tekme; haydi ben duvarın dibine yığılıyorum. Böyle işte.
Hıncı banaydı. Hiç bilmedim neden. Babası bunu çok dövermiş; anasını da dövermiş. Çocukken babasına kızarmış ama, şimdi beğeniyormuş, “o dayaklar adam etti beni” derdi, sırıtırdı. Bir bakardı bana üstüme yürümeden önce, öldürecek sanırdım; yeminle. Sanki iblismişim, tövbe tövbe. Sanki anasına küfretmişim, sanki canının düşmanıyım. Sanki cehennemmişim ben ona. Böyle yani.
Çocuklarım da çok çekti. Alır kafalarını tokuşturur. Oğlan küçük ya, bayıldı bir gün. Kaptım hastaneye götürdüm. Dediler “şikayet et.” Kime edeceksin? Gelsin iki gün sonra, öldürsün beni? Çocuklarım hepten ziyan olsun? -melekti be onlar-iki melekti-ömür boyu dayağını yeseydim de çocuklarım kalsaydı- Kalmadı. Derdi bana zaten. “Seni çok üzeceğim” derdi, “canını çok yakacağım senin” derdi.
Temizliğe gitmişim. Üsküdar’da. İyi kadındı. Habire krem sürerdi ellerine. Elleri gül kokardı. İşte ordayım. Camları siliyorum. Bir telefon geldi bana. Mahalleden. Arkadaşım Nazire. Dedi “yetiş, evin yanıyor” dedi.
Fırladım. Çevirdim bir taksi. Karşıya gidemezmiş. Yerden bir taş aldım, “bak” dedim, “bunu beynine gömerim” dedim. Aldı. Gittik. Bir bunu hatırlıyorum bir de çocuklarımı. Arası yok.
Yatırmışlar çocuklarımı yere. Kız altı, oğlan dört. İki kere iki de dört. Bir çocuk daha koysam altı eder mi? Bilmem. Eder mi? Simsiyah olmuşlar böyle katran gibi. Birinin yüzü yanmış. Kanı bile kararmış, yapışmış yanaklarına. Dişleri görünüyor. Ağzı açık. Üst dudağı dağlanmış. Yanık yarası. İçinden kan akıyor, kenarları kavruk. Vücudu iki büklüm. Elinin biri havada, kaskatı, simsiyah. Ötekini yumruk yapmış. Parmakları erimiş. Çok küçük, çok küçük.
Öbürü mosmor. O boğulmuş dumandan. Elbisesi yırtılmış. Ayakları çıplak. Saçları yapışmış yüzüne. Yüzü ıslak. Hâlâ ıslak. Gözleri açık. Ağzı açık. Bağırmış. “Anne” demiş. Ağlamış. Çok korkmuş. Çok küçük, çok küçük.
Aldılar beni. Almışlar yani. Bilmiyorum ben. Buradayım işte. Ellerimi kokluyorum hep. Parmaklarımın ucunda o koku. Çocuklarım kokuyor. Gül kokuyor. İs kokuyor. Ateş kokuyor. Benzin kokuyor. Feryat kokuyor, çığlık kokuyor. Yüreğimin yanığı ellerimden kokuyor.
Bak yine o kadın. Ellerimi ısırmıştı ya; o işte. Hep geliyor, her gün. Gidip gidip yine geliyor. Her yerlerden o çıkıyor. Gaipten fışkırıyor sanki. İki kere iki dört. Biri dört, öbürü altı. İkisini toplarsan bir kömür eder.
Hadi baştan alalım.
Kaç çocuğun vardı senin? İki. Biri dört, öbürü altı. İki kere iki altı. Beğenmezsen dört. Kaç çocuğun vardı senin? İki. Ellerim yangın kokuyor. Bir, bir daha etti iki. Ellerim. Ellerim. Kaç çocuğun vardı senin?… İki…
Kolay değil anlatmak.
Bu kadar yıl yuttum kelimelerimi. Kelâmsız kaldım, sessiz kaldım, sözsüz kaldım. Gittim aynalara konuştum; olmadı. Ayna konuştu, ben sustum. Hep ellerime baktım; onlar da sustu.
Şimdi neden anlatıyorum peki?
Yırtılmış, parçalanmış fotoğraflar gibi, o hatırayı darmadağın edersem unutacağımı sanmaktan bıktım. Belki ondandır.
Belki de sesimi geri almak istiyorumdur. Çığlığımda kaybolup gitmiş sesimi, bana küsmüş sesimi. Ellerimi de geri alır mıyım o zaman? Barışır mıyız?
“Feryadım bir anda fırladı içimden” diye başlamak istemiyorum. Sakin sakin, tane tane anlatacağım.
Güzel sayılabilecek bir kızdım ben. Çocukken de sevimliymişim; albümlere baktıkça öyle görüyorum. Çocukluktan kadınlığa ani bir sıçrayışla geçenler vardır; “çok bilmiş” kızlar; bir erkeği ömür boyu parmağında oynatacağı şimdiden belli olan kızlar. Öyle değildim. Yeterince saf, yeterince temiz, yeterince neşeliydim. Gülmeyi severdim. Hayallerimle beraber gülerdik.
Kadınlığı hiç merak etmedim. Bir erkeği sevmeye başlayınca, yavaş yavaş tanıdım kadınlığımı, adım adım. Flört işte. Sende bir heyecan, bir telaş… Biraz öyle gider sonra kendiliğinden azalır, sakinleşirsin; derken hepten kaybolur, en sonra da biter; ayrılırsın. Geride kalan o hüznü seversin; onunla hayatın tamamını tanıdığını zannedersin çünkü hüzün, kendisiyle birlikte muhtemel bütün acıları saklar içinde; bilgece görünür. Biraz soluklanırsın burada, ruhun dinlenir. Günler geçer. Hayat yeniden başlar; kendiliğinden hem de. Yeni biri, yeni bir telaş…
Birdenbire o telaşın içinde yepyeni bir şeyi fark edersin: Geleceğini! Kalbin ilk kez bu kadar deli atarken, çok deli atarken, tam orta yerde durulduğunu; fırtınadan sonraki sükunetsin sanki; işte tam orada, onunla el ele tutuştuğunuzu, arasıra yunusların dalıp çıktığı, gümüş rengi, munis bir denize baktığınızı görürsün; beraberce baktığınızı. Geleceğini düşlüyorsun şimdi, ömrünün kalın kısmını onunla geçireceğini düşlüyorsun.
Sonra bütün vücudun nabız gibi atar, bütün vücudun. İşte o zaman anlarsın kadın olduğunu ve onu istersin; sadece onu. Sanırsın bütün dünya ondan ve senden ibarettir; ikiniz, yani bir artı bir, yan yana geldiğinizde, birleştiğinizde üç, beş, yüz otuz yedi, bin sekiz yüz yetmiş hatta milyon kere milyon edersiniz, sonsuz kere sonsuz. Bütün dünyayı yıkıp yeniden yapacak arzu ve kudret; evet kudret; ikinizdedir ve başka kimsede yoktur ve hakikaten yoktur. Sanırsın.
İşte böyleydi Engin bana.
Güzel bir düğündü bizimkisi. Kendi hayatını bundan böyle ötekiyle tamamlamaya istekli olan bir kadın ve bir erkeğin, âleme ilan ettiği birleşmelerinin ilk tanığı o nikah defterleri… Onların sırları bu dünyanın bütün okyanuslarından daha derin, bütün dağlarından daha yüce, uçurumlarından daha dipsiz, gecelerinden daha karanlıktır; kimse bilmez. İlk anlayan ellerim oldu.
Ellerim dedi ki bana, “kandırma kendini” dedi, “yüzünü gözlerinden saklayabilirsin ama beni saklayamazsın” dedi. “Her şeyi hisseden benim! Ben ten’im, ben temasım. Ben dokunurum, ben çekinirim. Hisler bende eksilir, arzular bende vazgeçer. Bedenin uzaklaştığını anlayan benim. Bilinmeyeni sezen benim! İlk işaretler bende başlar. Ben inkâr edilemeyenim! Ben yalansız olanım! Ben gerçeğim!” Böyle dedi ellerim bana.
O kapıyı bu ellerimle açtım.
Engin yataktaydı. Bir erkekle beraber yataktaydı! Bir erkekle! Erkekle diyorum size!
Ellerim çığlık attı; ben değil. Yemin ederim ben değildim. Ben hiç konuşmadım zaten, sesim bıraktı gitti beni. Hikayemizi en iyi bilenler bizi bırakıp gidenler değil midir?
Ben de kendi hikayemi bıraktım geride. Kadınlığımı reddettim. Sevdiğim erkek beni, ben de kendimi reddettim böylece. Onda kalanımı bırakıp gittim.
Koca bir yalanın, bütün hayatı hatta dünyayı içine alacak kadar devasa bir yalanın parçası olduysa insan, kendini nerede arayıp bulabilir, söyleyin bana. Yalan oyununa bilmeden katılmış olmak neyi değiştirir şimdi; adı üstünde “yalan oyunu.” Kadın kim? Erkek kim? O “kim,” artık nasıl “kim” olabilir? Bir anda kendinden hariç bir
kim-se
kim-lik
kim-sesiz
mi olur?
Yoksa hayatlarımız, yaşadıklarımız baştan sona yanılsama mı? Tanıdığımız, bildiğimiz, inandığımız kimlikler nasıl bu kadar ansızın, adeta şimşek hızıyla yer değiştirebiliyorlar, başkası olabiliyorlar öyleyse? “Meğerse başka biriymiş”ten daha şiddetli depremi var mıdır ruhun? Enkazdan geriye kalan, derin bir boşluktan başka nedir artık? Boşluğa bir isim bulun haydi! İçinde kadın ya da erkek kelimesinin geçmediği bir isim bulun. Ellerime bir isim bulun!
Benim kocaman, küt, çarpık, bozuk, bakımsız ellerime. “Hiçkimse” ellerime, kimsesiz ellerime.
Hikayem bu kadar işte. Kadınlığımın bütün hikayesi ve hepsi… Sadece bu kadar. Beni yeni bir oyuna çağırmayın artık.
Benim adım hiçkimse… Benim adım hiçkimse… Benim adım hiçkimse…
3.
“Ayşe hocam, şimdi biz pis miyiz yani? Yarım akıllı mıyız?”
Koca dünya üstüme devrildi sandım. Gül suyu, çamaşır suyu ve sabundan başka bir şey kokmayan, karıncayı incitmeyen, Allah’ın yarattığı bir canlıya hakkım geçer diye aklı çıkan, beş vakit abdestli, beş vakit namazlı, inançlı, imanlı, günahtan korkan, bir elli dokuz boyunda, kırk yedi kilo bir kadın olarak benim; Zeytinburnu’nda, Kabul Kur’an Kursu hocası olarak benim; şu âlemde Ayşe Günerdem denen kadının üstüne devrildi. Depremler geçti içimden; çöktüm.
Enkazımı toplayarak çıktım kurstan. Evinin işini, çocuğuna vereceği zamanı, belki komşularıyla dedikodunun hazzını bir yana koyup bana gelmiş kadınları kalpleri kırık ve küskün halde bırakarak çıktım; kaçtım diyelim. Ne yapabilirdim başka? Yıllar boyunca doğru diye, adil diye bellediklerin bir gün aniden ayaklanıp “neden” diye sorarsa? Ne cevap verirsin?
O soruya gelene kadar çok uzun bir yolculuk yaptım ben; çok uzun. “Baş örtüsüz sofraya oturulmaz”dan başlayıp “genç kız olduğunda açıkta kalan saçının her teli için seksen bin sene cehennemde yanarsın”la devam eden, büyüdükçe vücudunu ve gözlerini erkeklerden daima kaçırman, saklaman, koruman gerektiğini her gün ürkerek düşündüğün, içinin daima biraz endişe, en çok günah korkusuyla ürperdiği, ruhunu temiz tutmak için günde beş vakit, zihninde on beş, yirmi beş, elli beş kere secdeye kapandığın, bir yanıyla tedirgin edici diğer yanıyla güvenli ve ümit dolu bir yolculuk. Sırf kadın olduğun için küçümsenen bedenini ve küskün ruhunu yok sayarsan, yani kendinden kaçarsan, güvenli; evet.
“Hocam, şimdi biz…?”
“….. Resulullah, (a.s.m.) mescide çıktı. Dedi ki, ‘ey kadınlar topluluğu! …cehennemdekilerin çoğunun siz kadınlar olduğunu gördüm.’ Kadınlar, ‘niçin ya Resulullah’ dediler. ‘…çok lanet ediyorsunuz. Bir erkeğin aklını sizin kadar çelebilen aklı ve dini eksik başka bir varlık görmedim’ dedi. Kadınlar tekrar sordular: ‘Aklımızın ve dinimizin noksanlığı nedir?’ Resulullah (a.s.m) ‘Kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir?’ dedi. Kadınlar ‘evet’ dediler. Resul-u Ekrem Efendimiz, ‘işte bu kadınların aklının noksanlığıdır’ dedi. Hayz gördüğünüz zaman namaz kılamaz, oruç tutamaz değil misiniz?’ Kadınlar ‘evet’ dediler. Resulullah, ‘işte bu, dinlerinin noksanlığıdır’ dedi.”
Bize bunu mu öğrettiler? Önce İmam Hatip’te sonra İlahiyat Fakültesi’nde yıllar boyu hatmettiğim ilim, elifle başlayan, –hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın– ile büyüyen, altı bin iki yüz otuz altı ayetteki her harf, her işaret, ses, tını, yüz on dört suredeki her kelime, imanımın göz yaşlarıyla ıslanan her bir hece, binlerce sayfalık tefsir külliyatı, içtihat, ilmihal hatta tevil ve nihayetinde derin, çok derin fıkıh ilmi bana böyle mi dedi? Peygamberimizin sözlerini bizzat yanında bulunanların şahitliğiyle aktaran, bin beş yüz yıldır yanılmaz, değişmez, mutlak doğru diye bellenen tefsirler, “doğuştan eksiksin” diye mi haykırdı bana? Satır satır ruhuma işlediğim, yolunu yol ettiğim o kitab-ı nûr, “erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur” diye seslendi bana, öyle mi? İtaat etmezsem, baş kaldırırsam, bir erkeğin beni dövebileceğini söyledi? “Zina edersem bana yüz sopa vurulacağını, ölünceye kadar eve hapsedileceğimi, kardeşlerimle aynı kadına anne, aynı erkeğe baba dediğimiz ailemde, aynı karından doğduğum erkek kardeşlerimin ancak yarısı kadar miras hakkım olduğunu anlattı bana? Sahiden bunları mı anlattı?
Neden inandım?
Çocukluğundan beri ait olduğun dünyada, durmadan vaaz edenlerle vaaz edilenlerin imanlı kalplerinin arasında, yanında, içinde kalıp masum, temiz ve iyi olduğuna inanmak, iç rahatlatıcı ve güvenli değilse nedir? Herkes gibi olmak, herkese benzemekten daha emniyetli bir yuva var mı şu dünyada?
İnanmanın şartlarına bütün kalbinle uyduğunda armağanın olan arınmayı, dünyada iyilerden, ahirette masumlardan olmayı kim istemez? Çocukken belki biraz ürperiyorsun ama büyüdükçe yolun netleşiyor, seçtikçe sensin; seçtikçe sadece kendine ve Allah’a yakınlaşıyorsun; yalnız O’na aitsin. Bundan büyük özgürlük olabilir mi?
Fakat kalbim kadınlığıma, benliğime yapılan haksızlığa isyan ediyorsa ne olacak şimdi? Dakikada yetmiş ila seksen arasında muntazam atan kalbim, o yuvadan başını birazcık çıkartıp yaramaz gözlerle şu tekinsiz dünyaya bakmak istiyorsa? Yaramaz gözlerle ve dakikada yüz yirmi, yüz yirmi bir, yüz yirmi iki….
O kalp şimdi avuçlarımda atıyor. Tutmasam, ellerimden bir kaza çıkacak. Kendim kadar küçük, billur sularda beş vakit yıkanmaktan kabarmış, örselenmiş bir kedi yavrusu kadar kırgın ellerimden cinayet çıkacak. Ya kendime kıyacağım ya da bunca yıl imanı hatmetmiş zihnime. Dua için açılan ellerim şahidimdir.
Hep onlara bakarım ben. Yıllardır. Bir kaçak gibi gözlerim onları, acaba yeterince mümin miyim? Bana hiç yalan söylemediler. Daima kararlı, daima güvenli ve kendimden emin açıldılar semaya. Bir an bile titremeden, tereddüt etmeden uzandılar sevgiye. Günah sandığım ne varsa onlarla arıttım ben. Tövbelerimi onlarla dile getirdim. Şükürlerimi onlar anlattılar Yaradan’a. Beyaz, küçük, zayıf, yumuşak, neredeyse tırnaksız ve her vakit tevekkülü çoğaltan uslu, munis ellerim.
Şimdi, yani o soruyla, şaşkın halde sarkıyorlar bileklerimin ucundan. Gözlerini kaçırarak ürkek ürkek soruyorlar bana; adalet nerede?
Kur’an-ı Kerim’i aldım.
Kıvrımlı, uzun, zarif harflere, her biri başka ses veren işaretlere, birbirine bağlanan kelimelere adaleti sordum. Ne kadın ne de erkek olan insanı sordum. Kendimi sordum. Eksiğimi, yarım aklımı, erkeğin yarısı eden şehadetimi, kirli bedenimi, saklamam gereken saçlarımı, kaçırmam gereken gözlerimi. Kaçırmadığımda, zindan diye pencerelerin arkasına ömür boyu hapsedilecek bedenimi, kocamın, saçlarımdan tutup duvardan duvara savuracağı bedenimi. Sessizce bir kenarda ağlayacak gözlerimi ve suçluluk, suçluluk, suçluluk hissimi. Evet, ben kirliyim; yarım akıllıyım, doğuştan lanetli, doğuştan yanlış olanım. Kötü ve yoldan çıkaranım; şeytanın sûretiyim; evet. Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.
Secdeden doğrulup oturdum, ellerimi açtım… Sadaka dilenenlerin inayet karşısında minnetle eğilişi gibi hafifçe kıvrılmış, merhamet dileyen küçük, mütevazı ve çekingen ellerimi. Ayası pespembe, derisi bembeyaz, tırnakları tertemiz ellerimi. O’na uzattım.
“Allah’ım kör et beni!”
Kör et ki ne doğruyu göreyim ne yanlışı. Kör et ki içimin doğrusunu gözlerim görmezken arayayım. Al bakışlarımı, al gözlerimi; herkesten yüz çevireyim ki yüzümü herkese döneyim. Sil bütün nazarları yüzümden; çehrem âleme hiç diye görünsün. Âmâ olayım, azâd olayım, bîzâd olayım ki yeniden doğsun şu gözlerim.
Doğsun ki adaleti arayayım. Yarattığın insanoğlunun, yarattığın insankızından farkı olmadığını söyleyen bir adaletin var mı; varsa bul bana! Bul bana! Bildiğim her şeyi geri al benden. Yangınlar çıkart içimde, dört kitabın dört köşesi ateşe dursun. Küllerimi âleme savur; her zerresi hakikatin peşine düşsün. Savur ki çırılçıplak arayayım seni. Kitapsız arayayım, duasız arayayım, secdesiz, korkusuz, kimsesiz arayayım. Ben arayayım, ben sorayım. Ben, sadece ben olayım.
Herkes olmaktan, herkese benzemekten daha tekinsiz ne olabilir artık?
Kavşaklarım bir yönde sorgusuz imanı, diğerinde adaleti gösterirken ben hakikatimi nerede bulacağım? Yüzlerce yıl önce ve yüzlerce yıldır erkeklerin çizdiği, erkeklerin yorumladığı haritalara bakmadan, yalnız Senin ışığına güvenerek yürüyeceğim yollarım Sana mı çıkacak yoksa nereye? Nereye?
Benim yolum aramaktan ibaret şimdi.
Beni lanetleyecekler biliyorum; şeytana eş tutacaklar. Yarattığın erkekler ve kadınlar beraber taşlayacaklar beni. Ruhumu ateşe verip aklımı cezalandıracaklar.
Fakat cesaret, aklın göze aldığı değil midir? Cesaretinle aklın, bir artı bir iki değil; üç, beş, on ediyorsa; ruhun macerana iştirak etmez mi? Aklım, cür’etim ve ruhumla kaç ediyorum ben? Tanığım kim? Ayası pespembe, derisi bembeyaz, tırnakları tertemiz….
Ellerimi çözdüm.
Bağlarımı çözdüm. Kelebek oldu, kanatlandı on parmağım. Uçtu. Secdelere kondu, ayetlere kondu. Eliflerden, vavlardan, mimlerden süzülüp uçurumlara, dağlara, kartal yuvalarına, okyanuslara, bütün zamanlara, yüzyıllara, aylara, güneşlere kondu. İçime kondu.
Dönmedim. Geri dönmedim. Senin sözünü yanıma alarak yürüyorum. “Şüphesiz ki Allah, adaleti emreder.
Ya Rabbi! Ellerimi sana açtım.
Ya sen beni bul ya ben seni bulayım!
Yaşadıklarını benimle paylaşarak metnimin esin kaynağı olan sevgili dost Fatma Yavuz’a teşekkür ederim. SA
4.
Elimi kestim.
Çok derin kestim hem de. Kahvaltı için ekmek doğrarken oldu. Bizim evde bıçaklar jilet gibidir. Erhan deli olur kör bıçak oldu mu; eşim. Tembel tarafına gelmezse mutfakta çok beceriklidir o. Ne yalan söyleyeyim, ben değilim. Yemek yapmak, fasulye ayıklamakla filan hiç işim olmaz(dı). Şimdi evlilik, çocuk…haliyle bana kalıyor her şey. Sonra kendimi doğruyorum işte böyle. Valla hâlâ kanıyor. Yara bandı yeter mi buna bilmem ama galiba yok zaten. Çıkamıyoruz ki. Kapandık kaldık bu kovid yüzünden. Uzaktan iş, uzaktan ders… Ne zaman düzeliriz Allah bilir.
Yatırım danışmanlığı şirketinde çalışıyorum ben. İşletme okudum. Eşimle fakültelerimiz yan yanaydı; o zaman tanıştık. Sonra evlendik. Sonra da benim canım oğlum Berk doğdu. Şimdi sekiz yaşında. İyi ki doğurmuşum onu. İyi ki beni anne yapmış. Bütün derdimiz onu iyi yetiştirmek. Çok zor bu devirde. İnsan korkuyor. Eşim avukat bu arada.
“Bi’ dakika geliyorum bebeğim!”
Berk. Uzaktan eğitim başlayacak birazdan. Bilgisayarımı istiyor. “Babanınkini alalım, benim sözleşme hazırlamam lazım” dedim, “babam dava dilekçesi yazıyormuş” dedi. Benimkine kaldı iş. Verdim mecburen.
Her şey mecburen zaten.
Geçen gün liseden kızlarla bir zoom yapalım dedik, süslendik, püslendik, çaylarımızı aldık, geçtik ekranın başına. Valla bekarlar çok rahat. Bizde yok kapı çalar, yok kayınvaliden arar, yok yemek yanar. Hele biri var içimizde, Arzu; bebeği daha çok minik, ‘bilemiyorum, yetişemiyorum’ diyor, kızcağız resmen depresyonda; kendimden biliyorum. Bebeği zoomda emzirdi; o kadar yani. Ben de yanlışlıkla “aman moraline dikkat et, sütün filan kesilmesin” dedim; iyi halt ettim. Hiç yoktan korkuttum kızı. Bekar olan Tülin de annesine bakıyormuş bu arada; Nermin teyze; alzheimermış. Hafıza sıfır. “Çocuktan beter oldu” dedi Tülin. Çok üzüldüm. Tülin’e de üzüldüm bir yandan. Bir erkek kardeşi daha vardı bildiğim kadarıyla ama.
“Pardon, bi dakika.”
Patron aradı. Yeni müşterimizin piyasa analizi iki-üç saate elinde olsa iyi olurmuş, bekliyormuş. Sanki biz burada oyun oynuyoruz. Ev burası ev. Çocuk var, ödevleri var, koca var, yemek var, temizlik var. Elimi kestim. Kadın da yok; kovid korkusuyla ondan da olduk; haberin var mı senin? Sil, süpür, ütü, daha bilmem ne, hepsini biz yapıyoruz. Ruhu duymuyor herifin. Bekliyormuş. Zırt pırt arıyor zaten. Evvelki gün, gün değil, gece; saat on mu ne, bitmişim artık, kafam da bitmiş; oturduk Erhanla bir film izleyelim dedik, yok bilmemnenin son sözleşmesinde yasal mevzuata aykırılık olabilirmiş, kontrol eder miymişim. Erhan’a “şunu bir gözden geçir” dedim, “bu saatte mi” dedi. “Evet beyefendi; bu saatte. Patronum soruyor da…” Söylene söylene kalktı. “Valla çalışmasan daha rahat ederdik” demez mi?
Sen çalışma o zaman. Değişelim rollerimizi. Bu evin yönetimini sen al. Anneni sen doktora götür, ilaçları biterken şirket hekimine sen yazdır, temizlikçi kadını sen yönet, bu hafta çekmeceleri yap, bu hafta yağmur var, camları silme, bu hafta işten geç çıkabilirim, o zaman çocuğun okuldan gelişiyle kadının gidişi arasındaki boşluğu sen kapat, olmazsa işten erken çıkmak zorunda kal, patronun bakışlarını görmezden gel, hafta sonu nereye gitsek Berk için en iyisi olur diye sen düşün, tatilleri sen planla, çöpü kapıya koymayı sen ihmal etme, hatta Pazar günü suyumuz biterse diye bir gün önceden yedek su almayı sen akıl et, deterjan, maske, elektrik süpürgesi torbası, saksı toprağı, pil, ütü suyu, kedi kumu, bulaşık bezi gibi eksikleri sen gör, kedinin kumunu sen temizle, kilo almamaya sen çalış, kuaför, alış-veriş, arkadaşlarla buluşma, gerekli günlerde hediye alma gibi şeyleri cumartesiye sığdırmaya sen uğraş, evde yemek var mı diye sen düşün, dondurucudakilerin zamanaşımına uğramadan tüketilmesini sen ayarla, sağlıklı beslenmeyi sen dert edin.
Yemek deyince, bak bir de buzdolabı management’ı var. Buzdolabını yönetmek çok önemlidir; iyi öğrenmelisin. Elini attığın zaman istediğini bulasın diye önceden; – ne kadar önceden, eh bir hafta yeter; demek ki her hafta – plan yapman gerek. Aksi halde limon bulamazsam çok bozulurum ve “limon da yok, hay Allah, söyleseydin alırdım” derim sana. “da” yalnız. Demek ki başka şeyler “de” yok. Sen söylemezsen ben nasıl bilebilirim? Bak sevgilim, bu işi daha ciddiye almalısın.
Ben çocuğu okuldan alırım.
Hatta Berkle şöyle baba-oğul, hafta sonu basketbol oynamaya gideriz. Oraya fakülteden arkadaşlarım da geliyor her hafta; çocuklar, babalar filan, hep birlikte koşarız, sıçrarız, düşeriz, pas veririz, omuz atarız, potaları dağıtırız potaları! Oğlanlar kendilerini baba gibi, biz de delikanlı gibi hissederiz; çok eğleniriz, çok şenleniriz. Sevgilim.
Ben varım sevgilim.
“Tamaaaam! Geldim!”
Erhan seslendi. Annemle konuşuyor. Benimkiyle. “Tamam annecim. İyi, iyi, o da iyi, merak etmeyin; veriyorum” dedi, telefonu bana uzattı.
“Kızım nasılsınız? Kovid belasından yüzünüzü göremez olduk” dedi annem. “İyiyiz anne, koşturuyoruz işte” dedim. “Evde niye koşuyorsun kızım” dedi. “Yok yani öylesine” dedim. “Bak vallahi torunumu çok özledim. Ne zaman göreceğiz ayol? Baban da sızlanıp duruyor; yok sıkılıyormuş, yok hareketsiz kalmış, yok bunalıyormuş. Tansiyonlarımı çıkartıyor bu adam. Bir şey olacak bana; hepiniz anlayacaksınız o zaman.” “Neyi anlayacağız anne” dedim. “Canım lafın gelişi” dedi. “Bak hiç aramıyorsun, ben aramak zorunda kaldım artık” dedi. “Hadi bakalım hayırsızlar. Uzatmayın arayı.” Kapattık. Babamı soracaktım; fırsat olmadı. Üzüldüm; içime dert oldu.
Elim kanıyor.
Mutfakta kazık gibi dikilmiş, sol elimin işaret parmağına bakıyorum. Kurulama bezini sarmışım üstüne, farkında değilim. Kanım beze çıkmış. Derin kesmişim. Bezi atıp parmağımı yaklaştırıyorum yüzüme. Etim, bıçağın değdiği yerden yarılmış. Sıkmaktan vaz geçip kesiğimi serbest bıraktığım için doku şaşırıyor biraz, pembe kalıyor birkaç saniye, derken kan, tıpkı bir tomurcuğun hızlı çekim çiçek açması gibi, yavaşça yükseliyor alttan. Önce kesiğin içini dolduruyor, sonra taşıyor yuvasından, kararlı ve ısrarlı. Parmağım boyunca süzüldükten sonra avucuma yayılıyor. Elimi yukarı kaldırıyorum. Kanım bileğime iniyor, oradan dirseğime doğru akıyor. Ben kanamamı seyrediyorum.
Erhan giriyor içeriye. Gözleri büyüyor beni öyle görünce. “N’oldu Sinem? N’oldu sana?” Çok telaşlı hatta panik halinde. Etrafına bakınıyor. Az önce fırlatıp attığım kurulama bezi geçiyor eline. Derhal kesiğe dolayıp sıkıyor parmağımı. Bir yandan da elleriyle bileğimi, kolumu silmeye çalışıyor. “Acile gidiyoruz. Dikişlik bu” diyor.
İtiyorum onu. Şaşırıyor ama nasıl görünüyorsam artık, anlıyor bir tuhaflık olduğunu. Karşı karşıya duruyoruz mutfak masasının yanında. Bakışıyoruz. Bakışları yumuşak, sevecen. Aynı zamanda endişeli hem de birazcık korkulu. Kavgadan sonra mecburen barışmış anneyle babasının çehresinden, kendi geleceğini okumaya çalışan çocuklar gibi.
“Yoruldum” diyorum. “Sadece yoruldum.”
Kendine çekiyor beni. Sarılıyor. “Tamam canım. Geçti canım” diyor bana. Geçti mi bilmiyorum. Geçer mi bilmiyorum. Geçer de ne olur onu da bilmiyorum.
İki yanımdan sap gibi sarkan iki kolum, boydan boya yarılmış parmağım, kanlı kurulama bezim ve bütün hüsranımla beraber kocamın göğsünde hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra.
Sevgilim.
5.
Hiç bitmeyecek sanıyordum. Bitti. Artık gerisi yukarıdakinin işi.
Çok erken başladı onunla hesabımız.
Ufak tefek bir çocuktum ben. Âdem’dim; Kız Âdem oldum sonradan. Güzel yurdumuzun güzel kasabalarından birinde, babası Almanya’da, anası yarı dul, abisi boks meraklısı, kendisi kız güzeli bir oğlan çocuğuna böyle derler. Hele o çocuk, aptal bir topun peşinde dağ bayır koşmuyorsa, oğlanlarla erkeklik gereği kavgaya girişmiyorsa, kimseyi dövmüyorsa, küfretmiyorsa, sık sık ağlıyorsa, başı önünde geziyorsa, bakışlarını kaçırıyorsa, bir başına oynuyorsa, güldüğünde eliyle ağzını kapatıyor ve biraz kırıtarak yürüyorsa “Kız Âdem”den başka şey demezler. Ayrıca Allah, o çocuğa verilenle sonradan aldığı isim arasında iki ayrı insan edecek kadar büyük bir fark yaratmışsa, ne yaptığını bilmiyor demektir ve o çocuğa yeni bir hayat borçludur.
Önceleri annemin eteğinden ayrılamıyordum. Nereye gitse bir elim eteğinde giderdim ben de. Korkuyordum herhalde. Belki kendimden. Çocuklar dünyayı büyüklerden önce bilirler. Sonra unutur, baştan öğrenirler. Ve fakat büyüklerden öğrenirler.
Sana benzeyenlere bakıyorsun önce; bakıyorsun işte. Erkek berberlerinde saçları senin gibi kesilmiş çocuklara, iki konuşup bir tüküren çocuklara, konuşmaktan çok bağıran çocuklara, sınıfa girdi mi önce tehditkâr bakışlarını sonra çantayı savurup oturan çocuklara, elleri hep yumruk, parmakları hep pençe, kalemi tutuşları bile hep meydan okuyan çocuklara. Normallere yani, herkes gibi olanlara. Çünkü öyle olunur.
Ben ellerimde gördüm başka olduğumu.
Oğlanların elleri ataktı, düşünmekten çok yapıyordu, şimşek gibi ani ve ansızındı. Benimkiler değildi. Olduğundan büyük göstermek için parmaklarımı ayırıp irileştirmiyordum ellerimi; ‘tokat geliyor’ der gibi hani. Daima bitişik duruyordu parmaklarım. Avuçlarım hafifçe kapalıydı, içe doğru. Birinin yanağını okşayacakmış yahut kedi yavrusunu sevecekmiş sanki. Baş parmağım kendi başına diğer parmaklarımdan ayrı ve dik durmuyordu.
Kız Âdem ellerimde saklanıyordu. Haberim yoktu.
Erkekliğe bakmaya devam ettim.
Pazar yerinde, koca koca tezgahlara sıralanmış, iplere yan yana mandallanıp rüzgâra bırakılmış pantolonlara, üstünde yumruk, kılıç, patlamaya hazır bomba ve ısırmaya hazır diş resimleri olan tişörtlere, önü torbalı donlara, bir tekmeyle duvarları yıkacak gibi görünen kalın tabanlı postallara… Hiddetliydiler.
Ben’i onlarda bulamadım.
O zaman kızlara baktım.
Sakin, temiz ve dikkatliydiler. Elleri benimkilere benziyordu. Bacakları bitişik duruyordu. Kızlar, koşarken düşüyor, kalkınca eteklerini çekiştiriyorlardı. Ağlıyor ve gözyaşlarını parmak uçlarıyla siliyorlardı. Saçlarını düzeltiyor bazen rüzgâra bırakıyorlardı. Kalemi nazikçe tutuyor, yavaş yazıyorlardı. Defterlerini süslüyor, ders bitince kitaplarını çantaya yerleştiriyorlardı. Çantayı omuzlarına asıyor, yürürken yanındakine hafifçe yan dönerek konuşuyorlardı. Gülüyor hatta gülüveriyorlardı. Kızmıyor, eğleniyorlardı. Dünyayı eğlenerek karşılıyorlardı.
Oradaydım; onlardaydım.
Kibarca “cinsel organ” dedikleri şey, insan hayvan ve bitkiler âleminde cümle canların başlangıcı, var olmanın tek sebebi, içe açılan, içi dıştan ayıran ve birleştiren yegâne yer değil midir? Kim olduğuna giden kapı, beynin ve “ora”n değilse neresi ey insan?
“Kim” kapılarını açan ne senin? Küçük bir esinti, hoş kokulu bir rüzgâr gerekmez mi o kapıları birazcık aralamak için? Peki rüzgâr ilhamını nereden alır? Arzular, heyecanlar, isteklerden olmasın sakın? Ruhundan olmasın? Vücudun kendi yolunu o ilhamla buluyor olmasın?
Fakat bedenin sana bir şey söylerken ruhun başka şey söylüyorsa ey Âdem ve Kız Âdem, Allah seni yaratırken yanılmış demektir!
Sonra çükümü gördüm.
Dehşet vericiydi. Korkutucuydu. Çirkindi. Mânâsızdı. Kızmakla vazifelendirilmişti sanki ya da dünya topyekûn ona kızıyordu. Dünyayı seninle kavga ediyor sanırsan n’aparsın? Sen de ona meydan okur musun? Belli etmeden, içinden içinden hem de? İşte bu yüzden, sırf bu yüzden, benden değildi benim asabi çüküm.
Çünkü ben renktim, ben neşeydim, ben uçurumlardım, ovalardım, dağ başlarıydım, uçan ve konan kuşlardım, koşmak ve bir yudum su içmektim ben. Alacalı-bulacalı, hem beyaz, hem mavi, hem kırmızı, hem yeşildim; rengarenktim.
Sonra soldum.
Abimle soldum ilk. “Siktiğimin ibnesi” diye girişirdi bana. Duvarlara yapışırdım balgam gibi. Tekmeleri, olmayan memelerimde patlardı; nefes alamazdım. Kemerlerinin, sopalarının, yumruklarının izi, alâmetimdi benim. İz kalsın diye mahsustan boks eldivenlerini giymeden döverdi; herkes görsün ki abisi erkektir, tam bir erkektir ve ibneyle orospu karışımı bir süprüntüyü doğduğuna pişman etmektedir. Gözlerim, dudaklarım, yanaklarım, başım, boynum, bütün vücudum, en çok da kıçım, abimin erkekliğinden ve çükünün öfkesinden nasibini aldı. Ama ellerimi korudum. Onlar solmamıştı daha.
İstanbul’a gelene kadar.
İstanbul saçlarımı uzattı benim. Makyajımı yaptı. Memelerimi çıkardı; lavanta renkli sutyenler ve dantelli donlar verdi bana. Epilasyonlar yaptı etime. Etekler aldı, dar pantolonlar, topuklu ayakkabılar aldı; yeşil, kırmızı, mavi ve altın renkli ayakkabılar. Şifon bluzlar, memeleri açık gül pembesi gömlekler, nar çiçeği şortlar. Güzel şarkılar söyledi kulağıma. Kahkahalar sundu bana; kendim gibi arkadaşlar, iki kadeh şaraplı sohbetler sundu.
Küçük, narin ellerime, rengârenk ellerime, rengârenk ojeler sürdü İstanbul.
Ve erkekliğiyle övünürken bir travestiyi de aynı zamanda siken korkak ve hiddetli erkekleri verdi. Çok var onlardan. Polis de olabilirler, üç çocuklu baba da. Milletvekili, subay, tezgahtar, işçi, imam, öğretmen, kaçakçı, tüccar, bürokrat, öğrenci, esrarkeş, müdür, tesisatçı, iş adamı, şair, fotokopici, taksi şoförü, memur…
Öfkeli, şaşkın, zalim erkekler. Korkusunu ve utancını ezmeye çalışanlar. Ben değil; onlar.
Hepsi çükünün öfkesini her yere götürür ama bütün erkek öfkelerinin son durağı, hakikaten son durağı, ibnelerin götü, kadınların vajinasıdır; yalan mı?
Dayak, tecavüze neden her zaman eşlik eder sanıyorsunuz? İbneleri dövmek neden el yıkamak, rahatsız ayakkabıyı fırlatıp atmak ya da tertemiz bir gömlek giymek kadar kolay ve rahatlatıcıdır hiç düşündünüz mü?
Benim gibiler, içlerinde gizlenen orospu ibneyi hatırlatır onlara. Kendilerine suçüstü yakalanırlar bizim yüzümüzden. İşte öfke budur. Ve zulüm, öfkeden doğar.
Ben demiyorum, vücudum diyor.
Abimin dayaklarından arta kalan, Elmadağ nezarethanelerindeki postallara böbreklerinden birini ve üç dişini bırakıp çıkmış, omuz kemiği kırık, kıç deliği dikişli ve birkaç saat önce, İstanbul’un gece sokaklarından çıkagelen dokuz bıçak darbesiyle delik deşik edilmiş, yarılmış memelerinden silikonları akan çıplak vücudum diyor.
Hiç bitmeyecek sanıyordum. Bitti.
Şimdi, buz gibi bir odada, yetmiş-çarpı iki on-çarpı doksan santimlik paslanmaz çelik bir masada, otopsimi bekliyorum.
Ruhumdan esen rüzgâr dindi artık. Allah’ın bana borcunu yanımda götürüyorum. Bir daha dünyaya gelirsem çükümle yaratma beni.
O zaman ödeşiriz.