Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema - TV Bölümü mezunu. Uluslararası Basın Enstitüsü’nde gazetecilik eğitimi aldı. Bahçeşehir Üniversitesi'nde Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe Mediacat dergisinde başladı. Hürriyet İnternet Grubu’nda editörlük yaptı, sitenin sosyal medya hesaplarını yönetti ve Yenibiriş Dünyası dergisini hazırladı. Yasakmeyve dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü görevinde de bulunan Ercan, Varlık ve Sıcak Nal edebiyat dergileri için söyleşiler de yaptı. Babası Enver Ercan için “Enver Ercan: Sen Sözcüğün Tekisin” ve “Enver Ercan: Ben Şiirimi Yazarım, Sonsuzluk Varsa Gider” başlıklı iki kitap hazırlayan Ercan, biri Avusturya’da “Muhsin Akgün – “5”; biri Türkiye’deki Avusturya Konsolosluğu’nda “Ulaş Tosun - Permanently Temporary” olmak üzere iki serginin proje yöneticiliğini yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde uzun yıllar dijital iletişim alanında çalıştı. Yine aynı üniversite bünyesinde Modern Türk Edebiyatı Sempozyumları düzenledi. Ercan, son olarak Mikroscope dergisinde Yayın Koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

Serkan Türk’ün yeni romanı Trak geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Kitabın bir katmanında Bay Ferrante’nin hayata ve insana dair keşfedişlerine, diğer katmanda da anlatıcının arayışlarına tanık oluyoruz. Serkan Türk, yeni kuşakların manzaranın tadını, anın büyüsünü yaşamak yerine sığınak olarak birkaç poza muhtaç olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Dağların, nehirlerin, parkların, ev içlerinin kıyısına köşesine yalnızlık ve ıssızlık sızdıran şey bir bakıma bu fotoğraflar.” Türk’le, Trak’ı konuştuk.

 

Serkan Bey merhaba, Trak, Bay Ferrante’nin bahçesinde başlıyor. Bay Ferrante kim, öğrenebilir miyiz? Ve neden Trak?

Bay Ferrante yarım asırlık bir yazarlık geçmişine sahip, ünlü ve çok sevilen bir yazar. Kendi coğrafyasının çok uzağında da okurun dünyasında değişimlere sebep olan, kendini gerçekleştirmiş bir isim. Kitabın anlatıcısının hayatında yatılı okul günlerini, ilk gençliği ve mücadele döneminin simgesi roman boyunca. 

Unutuşlar ve hatırlayışlar kitabı diyebiliriz Trak için. Tiyatro’da oyuncunun sahneye çıkacağı veya çıktığı anda söyleyeceklerini unutması ve öylece boşlukta kalmasını ifade ediyor. Yeryüzünde zamanın sarkacında asılı kalan nice insanı da özetliyor bir bakıma.

 

Trak’ı iki katmanlı bir roman olarak nitelendirebilir miyiz? Bir katmanında anlatıcının arayışına tanık oluyoruz, diğer katmanda da Bay Ferrante’nin hayata ve insana dair keşfedişlerine tanık oluyoruz sanki. Ne dersiniz?

Matruşka romanı benzetmesini yapmıştım bir yerde. İç içe geçen hayatların romanı Trak. İnsanın dışa dönük olduğu, yaşamanın ağırlığı altında ezilip güçlenmeye çabaladığı anlar toplamı. Sanatın evrenselliği sözcüklerin büyüsünden kaynaklanıyor. İnsanın gerçek dünyadan kaçma arzusunun onu yeni sapaklara yollara götürmesi çok etkileyici geliyor bana. Kitap boyunca yan hikâyeciklerle çoğalan metinler bizi toplama götürüyor. Romanın anlatıcısı Trabzon’da geçen çocukluk yıllarına, yurt günlerine biraz da okuduğu kitaplar aracılığıyla katlanmayı öğreniyor. Bu yeni keşif kendini tanıma ve dönüştürmesi için ona olanaklar sunuyor. 

 

YAŞAMAK YERİNE FOTOĞRAF ÇEKİYORUZ

Bay Ferrante şöyle diyor: “Fotoğraflar, diyor, zamanı geriye sarmak isteyenlerin mucizesi sanılır ama bu da yanlış. Hiçbir zaman tekrarlanmayacak olanı gösterir yalnız. Biz çektirilen her kareden sonra başka birine dönüşmüşüzdür. Dönüp baktığımız şey bir gölge, değilse artığıdır.” İnsanın dönüşü olmayan anlar silsilesini bu kadar çok fotoğraflamak ihtiyacı sizce neden kaynaklanıyor?

Çağın imgesi biraz da fotoğraf. Yaşamaktan çok geçmişin izini her daim biriktirme derdine düşüyoruz. Buradaydım, geçmiştim, görmüştüm, demek için. Yeni kuşakların manzaranın tadını, anın büyüsünü yaşamak yerine sığınak olarak birkaç poza muhtaç olduğunu düşündüren şeyin ne olduğunu uzun süredir merak ediyorum. Dağların, nehirlerin, parkların, ev içlerinin kıyısına köşesine yalnızlık ve ıssızlık sızdıran şey bir bakıma bu fotoğraflar. Gülümsemelerimizi sonsuzun ağında tutma çabası. 

 

Yine anlatıcının gözünden bir yazarın eleştirmen ve kendi eserine yönelik eleştirisine şahit oluyoruz. “Onlar onlarca dile çevrilmiş bu kitabımı bir şaheser olarak göredursunlar, ben ne paçavra bir şey yazdığımın farkındayım.” Bir yazarın kendi eserini paçavra olarak görmesi özeleştirinin çok ötesinde geldi bana. Acaba yaşadığımız çağa bir gönderme olabilir mi?

Gerçek bir sanatçının yazdığı, ürettiği her şeyde bir eksiklik bulması bana çok doğal geliyor. Yapıtına tapan, kendini eşsiz gören, geleceğe dair söyleyebileceği şeyleri bitirmiş demektir. Bay Ferrante’nin yarım asırlık yazarlık serüvenini ileriye taşıyan, ona yeni şeyler söyleme gücü veren şeyin arayış olduğu anlıyoruz romanda. Geçmişine bakan herkesin orada huzursuzluk duyacağı en az birkaç şeyi rahatlıkla görebileceğini düşünürüm. Bu hız çağı kendini onarmak ve yenilemekle geçip gidiyor. İnsansa kusuruna tutkun. Romanda da bahsi geçtiği gibi, insan yaşamın kusurudur. 

 

Kelimelerin gücüne ne kadar inanıyorsunuz? Kelimeler gerçekten de çöl de buzul da yaratabilir mi?

Üç yaşında okuma yazma öğrendim. Belki de resim çizmeden çok önce harfleri yan yana getiriyordum. Yaşadığım yıllar buna inanarak gelip geçti. Bir yerde anlatmıştım ama burada da bahsetmek isterim bu olaydan. 

Kör bir çocuk tanımıştım. Aynı apartmanda oturuyorduk. O benden sürekli olarak gördüklerimi ona anlatmamı istiyordu. Deniz nasıl bir şey, diye soruyordu. Kuşlar da bizim gibi çeşit çeşit mi, diyordu. Ben çirkin miyim, neden senin dışındaki çocuklar benimle konuşmak istemiyor?

Ben de senin gibi uzağa düşmeden koşabilir miyim bir gün acaba? Her dediğine bir şeyler bulup yanıt vermeye çalışıyordum.

Kendi gönlümde de öyle sesler, öyle çatlaklar buluyordum ki tanımlaması güç. O çatlağı, o sesi dışımdakilere göstermek, olmadı en azından işaret etme olanağı bulmayı amaçlıyordum yazarak. Sözcükleri buldum başkaları gibi. Onları yan yana getirmeyi denedim. Bir dünya kurmaya yetecek gücü de zamanla keşfettim kendimde.

Sesimi soluğumu başkalarına taşıyacak hikâyelere döndüm yüzümü.  Oradaydı, tam içimde, zihnimde. Yalnız iki gözüm, iki kulağım, bir kalbim yoktu. Yazdıklarımın gördüklerimle, duyduklarımla, hissettiklerimle bir bütün olabildiği nokta da başlayıp büyüyordu hikâyeler usumda. O uzak ülke çocukluktan, kaybedilen dünlerden hareketle içime attığım hatırlama ağlarını durmadan çekiyorum senelerdir.  Okuduklarınız muhtemelen onlardır bir bakıma.

 

AŞK EŞSİZ BİR DENEYİM

Aşk, sizce de anlatıcının dediği gibi iki gövdenin birbirine doğru aynı anda sıçrayışı mıdır? 

geleceğim, dedi adam. bir güneş batımı olsa bile düşüreceğim gölgemi seninkinin yanına.

Bir gölgenin diğerinin yanına düşmesi ya da birbirine doğru aynı anda sıçrayan iki kişinin varlığı. Eşsiz bir deneyim değil mi aşk. Girdiği bedenin şeklini ve ruhunu kendine benzeten. 

 

Bayan Zofia mitleri seviyor ve ekliyor: “İlk tufanın böylesine yıkıma uğrattığı dünyanın, âşık olan genç bir kız gibi toparlanıp ayağa kalkması muhteşem.” Bay Ferrante’nin kitabının üzerinden yorumda bulunan Bayan Zofia, hem okura hem de anlatıcıya göremedikleri detayları mı anlatıyor? 

Romanın anlatıcısı Bayan Zofia ile her konuşmasında geçmişine çocukluğuna geleceğinden çok uğruyor. Bir bakıma Nine Halasının ona masallar anlattığı, gökyüzündeki işaretleri okuduğu o ilk yıllarına dönüyor onunla sohbetlerinde. İki ülkede iki kadının eğitimleri, yaşam koşulları, dünyayı algılama biçimleri farklı da olsa ruha iyi gelecek tılsımlı sözcüklerden haberdarlar. Tepetaklak olmuş dünyayı biliyorlar ve her seferinde kendi yıkıklarından yaşamı inşa edebiliyorlar. Ömürlerinin geri kalanında da bu deneyimi bölüşüyorlar yanlarına gelenlerle. Zaten öğrenilen, yaşanılan, anlatılmayınca yazılmayınca ne işe yarar ki. 

 

Nereye gidersek gidelim, yolculuğumuz nereye olursa olsun aynı hikâyeleri mi anlatırız? Bir bakıma her ne olursa olsun aynı hikâyelerin esiri miyiz?

Bay Ferrante’den ödünç aldığım bu cümleler yolun yolculuğun ve sonsuz hikâyenin peşindeki bir yazarın ruh halini anlatmaya yeter umarım. 

Biz yazarlar av köpekleri gibiyizdir. Nerede olursak olalım mutlaka kokusunu alabiliriz iyi bir hikâyenin. Ormanların içinde, nehirlerin dibinde, apartmanların arasında, güvertesinde bir vapurun, yalnız parklarda, okul sıralarında, savaşın ortasında, çölün kumunda, kimsesiz mezarlarda, kır düğünlerinde, tren yolculuklarında, piramitlerin arasında yahut bir serada bulabiliriz o kokuyu. Düşündükçe daha çok yaklaşırız o duyguya. Kelime kelime ilerleriz. Etrafını dört döneriz. İçimize işlemesine izin veririz. Kahramanımızın kim olduğundan önce belki de duygularını biliriz. Yüreğinde oluşan o memnuniyetsizlik durumunu tanımlayacak bir sözcüğün peşine düşeriz. Nisgil, deriz mesela. Endişe, ukde yahut dert kederle açıklanamayan… Daima mutsuzluğun kol gezdiği odalarda gezinir hayal ettiğimiz kahraman. Yangın yerine döndüğünü görürüz içinin. Daha da yaklaşırız o sırlara.

 

Kitabın devamında anlayacağımız gibi yazarın personası Bay Ferrante’nin bize gösterdiği gibi metin boyunca traklarla durup durup hem hatırlıyor hem de hatırlatıyor muyuz, insanın ne olup ne olmadığını?

İnsanoğlu birkaç yaşamı olsa da hayatı kavramakta eksik kalacaktır. Neyin, ne için olduğunu bulabilmek için gecesine gündüzüne katacak, saçlarına sakalına ak düşürecektir. Romanda denildiği gibi: Göz ruhun dürbünüdür de, aklı olana ne demeli. Pencerenin dışında vızıldayan sineğin ve geç kalınmış bir sabahın hatırlattığı bunca görüntüyü not almasam olmazdı. İnsan bir dile, bir inanca, bir ülkeye, bir kalbe saplanıp kaldıktan sonra nasıl bulabilir ki çıkışı, o sonlu yolu?

 

Son olarak, her ne kadar “söz uçar yazı kalır” desek de, dinlediklerimiz de kalıyor mu geriye?

Yazıdan ve resimden önce söz vardı ve bugüne nice destanı, şiiri, söylenceyi, dengbejleri taşıdı. Duyduklarımız değişe dönüşe hep kalacak. Yazı dediğimiz şey insanın gündüz gördüğü rüya, başkalarına kalan.