Son belediye başkanlığı seçimleriyle birlikte CHP’nin kazandığı başarı, muhalefetin son yıllarda aldığı en büyük zafere işaret ediyordu. Peki, aradan geçen 22 yılda neler olmuştu, muhalif kesim neden tüm umudunu neden yitirmiş; bu seçimlerden sonra artık birlik olma zamanı, değişim istiyoruz, cümlelerini durmaksızın kurmaya başlamıştı? Zeynep Altıok Akatlı’nın İkinci Yüzyılın Eşiğinde İçi Boşaltılmış Cumhuriyet ve Laiklik kitabı, “acımasız” geçen bu sürecin sonuçlarını gözler önüne seriyor. Hem de 22 yıllık iktidar döneminde pek çok başlıkta “geriye düşen” araştırma verilerini ortaya koyarak… Akatlı’yla elimizden alınmaya çalışılan ve AKP’yle üzeri çizilen laiklik kavramını konuştuk.
İkinci Yüzyılın Eşiğinde İçi Boşaltılmış Cumhuriyet ve Laiklik kitabının ikinci basımı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Son 22 yılın özeti olan bu kitap gerçekten çok sarsıcı sonuçları gözler önüne seriyor. Öncelikle bu kitap fikri nasıl ortaya çıktı, öğrenebilir miyiz?
Kitabın ilk basımının yapıldığı 2018 yılında milletvekilliği görevim sürüyordu. Aynı zamanda CHP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak pek çok hak ihlalini bizzat takip ediyordum. Ne yazık ki çok da zorlu bir dönemdi. Seçimin usulsüz iptali, Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da çatışmalar, toplumsal barışı yok eden müdahaleler, Darbe Girişimi, OHAL, tutuklamalar, ayrımcılık bağımsız meclis çatısı altında dahi yoğun şekilde engellemelerle kendini gösteriyordu. Bir dönemde belki beş dönem milletvekili olandan daha fazla şeyi yaşadık. AKP iktidarının ilk günlerinde açıkça dile getirdiği “dindar ve kindar nesil” yaratma niyeti gün günden yerleştirilirken toplumun özellikle dini değerleri ve milliyetçilik üzerinden toplumsal kamplaşma yaratılarak bu yeni nesil ile yeni bir toplum düzeni arzulanıyordu. Tüm bunlar bilinçli bir ideolojik karşı devrim için planlı ve programlıydı. Nitekim sürecin sonu her ne kadar söyleme yansıtılmadıysa da rejim değişikliği geldi.
Artık adı hâlâ Cumhuriyet olsa da artık çoktandır iktidarda olan ve burada örgütlenen siyasal İslam meşruiyeti bu tek adam rejimi ile büyük ölçüde ve usulsüzce belirleyici. Başkanlık sistemi adı altında meclis işlevsizleştirilerek yasama ve yürütme kararları bir şekilde tek bir kişinin keyfi kararlarına emanet edilir hale geldi ve buna yasal kılıf da hazırlandı. Kişisel yolculuğumda beni milletvekilliği temsiline kadar taşıyan en belirgin unsur Sivas katliamının ardından sürdürdüğüm adalet mücadelesi ve hak savunusudur. Henüz iktidarda olmayan bu ideolojinin ilk kez açıkça Cumhuriyet’i hedef aldığı bu katliam siyasal İslam’ın “kâfir” olarak tanımladığı Alevileri ve aydınlanma devrimlerinin izinde çağdaş bir yaşam savunusu için toplum üzerinde etkili aydınları şimdilerin moda terimiyle “etkisiz hâle getirmek” için organize edilmişti. Yıllar içinde tarikat ve cemaatlerle birlikte devletin her kademesinde kadrolaşma ve hiçbiri hiçbir zaman uygulanmayan seçim vaatleriyle yanlarına aldıkları liberallerle iş birliği içinde güçlenerek iktidara çıkarak ideolojik dönüşümün en üst mertebesine yerleştiler.
Siyasal İslam bizim ülkemizde iyi yönetilen bir ideoloji; hafızasız ve izleksiz toplumsa ideolojik temellerinden koparılmış, sağlam bir mücadeleden yoksun. Davası tanımsız, ideolojik sahiplenişi olmayan siyaset muhalefeti “günlük” tepkilere, etkisizleştirilen ve kuralları iktidarca belirlenen dar alanda adeta bir bilgisayar oyunu oynar gibi sürdürülerek tamamlanmayan popülist çıkışlara hapsediyor. Bu tablo içinde istedim ki AKP iktidarının ilk gününden beri gündeme, seçim kazanımlarına, oy oranlarına göre dozunu azaltıp çoğalttığı sistemli ideolojik hamlelerini bütüncül bir bakışla göz önüne serelim. Özellikle laiklik ilkesinin bireysel hak ve özgürlükleri korumakla kalmadığı ekonomiden, büyümeye, toplumsal refaha birçok önemli alanda belirleyici olduğu unutuluyor. Cumhuriyet gibi laiklik de tanımından uzaklaştırıldı. Özellikle dini yasaklayan bir uygulama olarak cehalete kurban edildi. Cehalet ise bu iktidarın, tabularla yönetilen, uyuşturulan toplum inşası için en kullanışlı ve kıymetli zemin. İşte tüm bu düşüncelerle Cumhuriyet’in olmazsa olmazı demokrasi ve laiklik kavramlarının içi boşaltılarak iktidarın isteğine göre araçsallaştırıldığı kritik bir dönemeçte sistematik saldırıları kayıt altına alarak bütüncül bir bakışla belgelemek istedim. Yakın tarihimizin karanlığının bize nasıl dayatıldığını kavrayışımız, o karanlığı yenmek için mücadele hattımızı ve yöntemimizi belirleyici olacağına inanarak bu çalışmayı siyasal İslam’ın iktidara gelişinden itibaren yayın tarihi olan 2018 yılına değin bir araştırmayla bu kitabı yayınladık. Üzerinden geçen 5 yıl bizi Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına taşıdı. Bu nedenle bu beş yılı da çalışarak iktidarın “Yeni Türkiye’sini” “Türkiye Yüzyılı’na” taşıyışına eşlik eden ve Cumhuriyetimizin son yirmi yılında oluşan ideolojik dönüşüme dikkat çekmeyi önemsedim. Yeni yüzyıla girerken sağlıklı bir rejim değerlendirmesi yapabilmemize olanak vereceğini ve tarihe belge bırakmayı umuyorum. Ne çarpıcı değil mi? Son beş yılın ihlal raporu ilk kitabın toplam hacmi kadar!
Kitabın bölümleri şu şekilde ayrılıyor: Cumhuriyet ve Laiklik Karşıtı Saldırılar, İktidar/Bürokrasi/ Yerel Yönetimler, Medya, Eğitim, Gerici Saldırılar, Kültür – Sanat, Çocuk İstismarı ve Cumhuriyet Yatırımları. Aslında tüm bu başlıkları sırasıyla görünce bile son yıllarda neler yaşadığımızı birden hatırlıyor insan. Bu bölümleri oluştururken neleri göz önünde bulundurdun?
Yaptığım belge çalışmasının en çok saldırı alan kategorilere yönelik bir sunumla daha somut şekilde ve kolay anlaşılır olacağını düşünerek bölümlere ayırdım. Böylece ideolojik saldırıların doğrudan hedef aldığı pek çok alanda da kendi içinde bütüncül bir bakışla hasarı görebilir ve bunun bütüne nasıl etki ettiği üzerine sonuçlara varabiliriz. Yeni toplum inşası için bilinçli şekilde kısıtlanan susturulan medya; sorgulamayan toplum için bilimden uzaklaştırılan tabulara, hurafelere ve en korkuncu da tarikatlara emanet edilen eğitim; arzu edilen ideolojik dönüşümü ve baskıları kalıcı ve olanaklı kılan yasal düzenlemeler, torba yasalarla gizli saklı düzenlemeler; aydınlanmanın ve bilinçlenmenin önünü kesmek için kültür ve sanata yönelik sansür ve yasaklar; yanlış ve liyakatsiz yönetimin bizi bugün sıkıştırdığı ekonomik çöküşün temellerini atan kaynaksızlık, inşaat ekonomisinde öldürülen üretim ve emek sömürüsünün temelini atan Cumhuriyet yatırımlarının, kamu kaynaklarının satışı, batırılışı, rant için el değiştirmesi… Hepsi başlı başına incelendiğinde çok şeyi kısa yoldan anlatıyor.
LAİKLİK KAVRAMI İKTİDARLA BİRLİKTE YARA ALDI
“Demokrasi Maskeli Dönüşüm” yazında, laikliğin çağdaş demokrasilerin olmazsa olmazı olduğunu söylüyorsun ve bu araştırmanın, laikliğe saldırı arttıkça; yaşanan insan hakları ihlallerinin, çocuk istismarının, kadına şiddetin de paralel olarak arttığını ortaya koyduğuna dikkat çekiyorsun. Sence son yıllarda ne oldu da laiklikle bu kadar zıt düşüldü? Diğer kurum ve kuruluşlara herhangi bir yaftalama ya da saldırı neden laiklik üzerinden oluyor?
Laiklik en kaba ve öz tanımıyla dinin devlete müdahalesini ortadan kaldıran, devlet yönetimini bilime, küresel gelişime, özgürlüklere, uygarlığa mesafesinden, kapalı kalışından kurtaran inananlar ve inanmayanlar için eşit bir güvencedir. Bu kavram yara aldıkça bizim ülkemizde ve özellikle iktidarın ayrıştıran dili ve hedef gösterişiyle bugünümüzde en yoğun şekliyle yaşadığımız kendi gibi olmayana yönelik nefret duygusunun şiddete dönüştüğü bireysel cezalandırmanın cihad/sevap/ibadet meşruiyetiyle cehaleti eyleme geçirdiği vakalar artıyor. Her an birileri kendisine ait olduğunu düşündüğü kadınları doğrayabiliyor. Küçücük kızların saçının açık olmasını tahrik unsuru olarak meşrulaştırdığınızda saçı görünen kız çocuklarının hayvani dürtülere kurban edilmesini ya da cezalandırılmasının önünü açmış oluyorsunuz. Öte yandan siyasal İslam net bir ideoloji. Yaşamı kulluk hizmeti olarak sınırlayan, bireysel tercihlere olanak sunmayan, hoşgörüsü de hiç olmayan, hukuk dışı bir sistem öneriyor. Bu ideolojinin kurulduğu günden beri cemaat ve tarikat örgütlenmeleriyle karşısında olduğu, isyanlarla, katliamlarla eritmeye, parçalamaya, yok etmeye çalıştığı eşit, adil ve özgür düzen ise Cumhuriyet. Cumhuriyet’in güvencesi ise laiklik. Toplumu cehalet üzerinden inananlar ve laikler diye ikileştirmek ise kullanışlı ve kuvvetli bir başlangıç. Laikleri kâfirlerle eş tuttuğunuzda topluma nefret zehrini bu ayrıştırmadan akıtabilirsiniz. Çarpıcı bir örnekle özetlersek; toplumun yoksulluğa, baskılara, adaletsizliğe isyanını Gezi’de olduğu gibi bu nefret üzerinden “türbanlı bacımıza deri pantolonlu üst bedeni çıplak onlarca kişi saldırdı” gibi bir beyanla karşı galeyana dönüştürebilme fikrinin temelinde bu ideolojinin toplum tanımı var. Ancak son derece baskılanmış birinin sapkın fantezi dünyasında akla gelebilecek post modern bir tabloyla aklı, muhakemeyi yok sayan bir kışkırtma yönetimi.
Laik Türkiye’ye saldırıların artmasını “bütüncül farkındalık” ile çözülebileceğini söylüyorsun. Bütüncül farkındalık nedir, bize açar mısın?
İlk iki soruya verdiğim yanıtlarla biraz bu soruyu da yanıtlamış oldum sanırım. Münferit ve günlük olaylar gibi aktarılan; kimi önemsiz, küçük görünen saldırının ardında genel bir algıyı yerleştirme, yandaş / taraftar yaratma, olağanlaştırma, haklı gösterme, hizaya getirme gibi sistemli bir yönlendirme var. Kışkırtma var hatta. Bu münferit olayları topluca ve bir izlek altında görebilmek için tarihin, sürecin, sonucun, geleceğe aktarımı önemli.
Laiklikle ilgili kavram kargaşasının yaşandığı aşikâr. Bu durum, demokrasi ve özgürlüğün önüne geçmek için özellikle suni şekilde yaratılıyor olabilir mi?
Son derece planlı şekilde tüm kavramların içinin boşaltılarak iktidarın lehine kullanıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Demokrasi yüzde 1 üstünlük alanın diğer yüzde 49’a hükmetme hakkı hatta “Yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” tehdidine dönüşebildiği, barışın, kelime olarak telaffuzunun bile teröristten taraf olma gerekçesi olarak tanımlandığı ve uslu duranlara belli dozlarda bahşedilecek bir malzemeye indirgendiği bir tuhaf zamanı yaşıyoruz! Özgürlük ise kadın öldürmek, çocuğa tecavüz etmek, katliam hükümlüsü katili CB “şahsım affı” ile salıvermek, oruç tutmayanı dövmek, Kürtçe şarkıyla Kürt halayı çekeni tutuklamak, sanat eserlerini yasaklamak için alabildiğine uçsuz bucaksız.
LAİKLİK VE DEMOKRASİ ÇIKIŞ YOLUMUZU OLUŞTURUYOR
Laikliğin kavram olarak maneviyatı azımsamadığını, yok saymadığını, aksine koruduğunu, desteklediğini belirtiyorsun. Herhangi bir inancın kutsallığının dayatılmaması için neler yapmak gerekiyor? Bunun önüne nasıl geçebiliriz? Hâlâ bir çıkış yolu görüyor musun?
Laiklik doğru ele alınışıyla aşırılıkların önünde eşit hakların, özgürlüğün yanındadır. Ancak bir önceki soruna verdiğim yanıtta verdiğim örneklerde olduğu gibi bazı konularda sınırsız özgürlük olmaz. Hukuk ve kanunlar bunun için vardır. Tahrik olma özgürlüğü vardır ama bu suç işlemenin gerekçesi olamaz. Kendi gibi olmayanı cezalandırma özgürlüğü diye bir şey yoktur. Herhangi bir inancın kutsallığına o inanca sahip kişinin mahremiyetine, tercihine saygı göstermek ve müdahale edilmemesi için çağdaş bir düzen sağlar. Ancak inancının kutsallığını başkaları için olmazsa olmaz bir dayatma ya da baskı unsuruna dönüştürmek isteyenlerin de önünde hukuki bir koruyucu dayanaktır. Dinin bilimi reddettiği durumları yönetebilmek için inançların kişiye özel ve kendisiyle inandığı arasında kalması, toplumsal müdahale ve devlet yönetiminden bağımsız kalması şart. Elbette çıkış yolu var. Çıkış yolu laiklik ve demokrasinin ta kendisi. Yapılması gereken gerçek bir demokrasi için mücadeleyi iktidarın tanımladığı siyaset sahasından, siyaset dilinden kurtarmak, eğitim ve toplumsal birliktelik için tercihlerin özgürleştiği, sınırların genişlediği bir kavrayış, bilinç yaratmak. Bu farklılıkların bir arada yaşamda zenginliğe dönüştüğü bir hoşgörü toplumu getirecektir ki bunun için keşif yapmamız gerekmez. Dinin, vatanın, geleneğin, ortak geçmişin türlü kesişim noktası tüm farklı tercihler, kimlikler için bir buluşmaya zemindir.
DİYANET KONU DİN KARDEŞLİĞİ VE DİNDARLIKKEN BİLE KAZIK ATIYOR
Araştırmanın sonuçları çok çarpıcı… 2003-2022 arasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi dikkat çekiyor: 35 milyar 910 milyon 653 bin TL. AFAD’ın bütçesinin dörtte birine karşılık gelirken bu bütçe kültür- sanata ayrılan ödeneğin yaklaşık 30 katı. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın bütçesi ise Diyanet’in bütçesinden sadece 155 milyon fazla. Bütçelerin arasındaki bu uçurumu neye bağlıyorsun? Durum bu haldeyken muhalefetin yürüttüğü çalışmalar var mı?
Bu tam da ihtiyacımız olan bütüncül bakışı sağlayacak bir döküm olarak karşımıza en çarpıcı şekilde çıkıyor. İktidarın ideolojik tercihi ülkenin ekonomik kalkınmasının, eğitimin, sağlık erişiminin, afetlerin, toplumsal refahın önünde olduğunu görüyoruz. Eşitliğin, toplumsal barışın önünde de siyasal İslam var. Diyanet İşleri Başkanı adeta bir bakan gibi davranıyor. Diyanet bu ülkenin vatandaşlarına eşit hizmet götürmediği gibi yaşama dair her konuda fetvalar veriyor, yasaklar ilan ediyor, vatandaşları ayırıyor. Kimin kimle nasıl evleneceğinden tutun çocukların kaç yaşından itibaren evlendirileceğine, okula gideceğine karışıyor. Camilere yapılan yatırım Cemevlerine yapılmıyor. Buna karşın en taze örneğiyle israfın başını çekiyor. Konu din kardeşliği ve dindarlıkken bile kendi müminlerine kazık atıyor. En taze ve çarpıcı örnek hiç hacca gitmeyen vatandaşın hakkına girerek usulsüzce karısını 12. kez hacca gönderiyor. Bu haksızlıklar ve ülke ekonomisinde yarık açan uygulamalar muhalefetin elbette gündeminde ama laikliğin korunması ve Diyanet’in görev alanı, bütçesi gibi konularda yasal düzenlemeleri yapmak için gerekli matematik çoğunluk ve yetkiye sahip olmadıkça deşifre etmek, utandırmak, halkı bilinçlendirmek, itiraz etmek görevdir.
2003-2022 arasındaki “Kadın” başlığı altındaki sonuçlara baktığımızda İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin kadına yönelik şiddetin yükselmesine neden olduğunu görüyoruz. Kadın ölümlerinde artış beraberinde şüpheli ölümleri de getirmiş. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmenin bedeli yakın dönemde ne olacak? Neden bu sözleşmeden vazgeçtik?
Bu sözleşmeden vazgeçme sebebi de tıpkı kadın cinayetleri gibi politik, ideolojik. İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte kaldığı dönem kadın cinayetlerinin en az olduğu dönem. AKP iktidarında kadına yönelik şiddet başta olmak üzere şiddetin her türlüsünde büyük artış var. Son günlerde TÜİK verilerinin gerçeği yansıtmadığı konusu gündemde. Ne yazık ki birçok veri benzer şekilde gerçeği yansıtmayan düzenlemelerle aktarılıyor ya da bilinçle olarak saklanıyor. Kadın cinayetleri de bu alanlardan biri. 2009 yılında DTP Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın verdiği soru önergesine dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in verdiği cevaba göre 2002-2009 yılları arasında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığı gündeme düşmüştü. Ne tuhaftır ki önergeye verilen resmi cevapta belirtilen rakamlara artık ulaşılamıyor. İnstagram’ın yasaklanarak kapatıldığı günlerde buna da şaşırmayız değil mi? Bu oranı belirleyen sayılar ile resmi makamların Birleşmiş Milletler’in verileri de örtüşmüyor. Bakanlığın 66 kadının öldürüldüğünü bildirdiği 2002 yılı için BM verileri 1399 kadının öldürüldüğünü bildiriyor ve bu tarihten bu yana sağlıklı resmi veri bildirimi de yok. Yani gerçekler hem çarpık hem engelli.
Bir diğer önemli araştırma başlığı da eğitimle ilgili. OECD’nin eğitim refahı sıralamasında Türkiye talebe başına 5 bin 747 dolarlık yıllık harcamayla 36 ülke arasında 34. sırada. Ayrıca, Türkiye AKP döneminde OECD ve PISA eğitim sıralamalarında sonuncu oldu. Eğitimde neden bu kadar geriye düştük? Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarından bugüne baktığımızda en büyük eksik ya da eksikler nedir? Bu konuda muhalefetin sesini neden yeteri kadar duyamıyoruz?
Muhalefetin belli konularda iktidarın yarattığı “hassasiyetler” üzerinden saygılı olma tercihi ya da iktidar seçmeninden oy almak için gerçeği yansıtmayan bilgilerle yaratılan algıya gerçeklerle yanıt vermeme, dayatılan dili kullanarak mücadele etme tercihlerini tartışmak, eleştirmek yanlış olmaz ancak yapılan muhalefetin topluma aktarılmasını engelleyen medya baskısı da başka bir unsur olarak karşımıza geliyor. Diyanetin eğitime ciddi müdahalesi varken diyaneti kurmakla övünerek argüman üretmenin çözüm getirmeyeceği aşikâr. Ancak siyasetin olanakları, siyasetçilerin kavrayışı ya da cesareti sistemin çarklarının dönmesine engel olamıyor. Genç Cumhuriyet’in hızla yol almasında en önemli etken başta Köy Enstitüleri olmak üzere ülkenin en uzak köşelerine, en yoksul kesimlerine kadar nitelikli eğitim götürülmesiydi. Bugün çağın olanakları bu kadar gelişmişken ne yazık ki eğitimin iktidarın elinde her yasama döneminde sistem ve müfredat değişikliğiyle dahada gerilediği bir dönemde o zaman için çağının önünde bir çözüm ve gelişim sağlayan Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından bu yana daha iyi bir model uygulanamaması düşündürücü. İktidarın baskıladığı ÇEDES, Marif modeli gibi uygulamalar karşısında yerel yönetimler ya da özel uygulamalar ile nitelikli eğitim desteği sağlayıcı proje ve programlar uygulamaya alınmalıdır. Buna ilişkin bazı belediyelerin çok güzel uygulamaları var. Teşvik edilmeli, yaygınlaştırılmalı ve örnek alınmalıdır.
Kitabın belki de en iç acıtan kısmı çocuk istismarıyla ilgili. 2003-2022 arasındaki vakalar ve sonuçları okuyunca insan biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz, sorusunu sayısız kere soruyor. Çocuğa yönelik cinsel istismarın bir şiddet türü olduğunu kabul etmekle başlarsak, neden suçlular hâlâ aramızda ve bu örnekler Türkiye’nin her yerinde hiç durmadan artıyor?
Çünkü başta çocuklar, kadınlar, LGBT’li bireyler, azınlıklar, yoksullar, işçi sınıfı, dezavantajlılar hatta sokak hayvanları bile anti demokratik otoriter ve ataerkil rejimden nasibini alıyor. Gücün belirleyiciliğinde şiddet de her gün teşvik ediliyor. Güç kimi zaman iktidara kimi zaman da paraya sahip olanlara ayrıcalık ve üstünlük getiriyor. Düzenin, sistemin döngüsü gücü ve sermayeyi yönetenlerin çıkarlarını koruyan, onlara hizmet eden ideolojiyle belirleniyor. Bu anlamda herkes hatta her canlı güçlünün dilediği gibi kullanacağı, sömüreceği, yaşamasına bile karar hakkını elinde tutacağı malı olarak görülüyor.
CHP SON SEÇİMLERDE DEĞİŞİMİN UMUDU OLDU
Son olarak basın özgürlüğünün geldiği noktayı gösteren verilere değinmek istiyorum. Türkiye 2022 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke içerisinde 149. sırada yer aldı. Freedom House’un Dünya Özgürlük Raporunda da 210 ülke arasında özgür olmayan ülkeler arasında yer alıyor. Bu kadar sansürle, konuşmamaya dayalı bir medya tekelleşmesinde CHP’nin başarısını neye bağlıyorsun? Her şey iktidarın tekelindeyken nasıl oldu da son seçimlerde CHP sesini duyuramayanların sesi oldu?
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları AKP ve Partili Cumhurbaşkanı’nın en düşük oy aldığı yarış oldu. Bunun yanında Kemal Kılıçdaroğlu’nun oy oranı da son üç seçimde CHP adaylarının aldığı oyların üzerindeydi. İttifak partilerinin oy oranları düşülerek yapılan hesapta bile iki puana yakın üstünlük varken ülke seçim koşullarının iktidar lehine sonuç yaratan hukuksuzluklara ve baskılara rağmen yakalanan oran seçimi kazanmaya yetmese de başarısızlık olarak tanımlanması gerçeği yansıtmamakta. Baskı rejimlerinde seçimler sağlıklı ve sihirli sonuçlar yaratmaz. Üst üste koyarak alınacak yol, verilecek mücadele bir sonraki seçim için belirleyici ve hedefe yakınlaştırıcı olur. Nitekim muhalefetin eleştirilecek adımları ve yanlışları olmasına rağmen önceki yerel seçimlerde İstanbul’un ve Ankara’nın kazanılması, İstanbul seçiminin iptaline rağmen katlanarak gelen başarılı sonuç ve CB seçimlerinde bir arada yaşama iradesi adına ortaklaşan mücadele pratiğiyle gelen sonuçların son yerel seçimlere katkısı yadsınamaz. Bunun yanı sıra kötü yönetilen ve tüm kaynakları tüketilen ülkede ekonomi başta olmak üzere çeşitli belirleyicinin etkisiyle yaşam kalitesinin düştüğü, minimum refahın dahi dibe vurduğu koşullarda dipten gelen güçlü itiraz dalgası sonuçlara yansıdı. CHP sesini duyuramayanların sesi olmaktan öte değişimin umudu oldu. Şimdi sıra bu umudu boşa düşürmeyecek çözümlerle bu iradeyi kalıcı ve tartışılmaz bir tercihe dönüştürerek iktidar olmakta.