Şehrimin yedi tepesinde Demokles’in kılıcı gibi deprem. Öyle bir tehdit ki insan keyfini sürebilmek, vapurunda gözleri boğaza dalıp gonca gülünü hayal edebilmek için bile ya devekuşu misali başını kuma gömecek ya da en değerli büyüsünü yapacak; düşünmeyecek… Ama işte bazen kum taneleri gözüne kaçıyor bazen de büyüsü tutmuyor… O zaman Boğaz’ın mavisi grileşiyor, eski sarayların taşları kararıyor, sanki yedi tepe kuru otlarla kaplı bozkır gibi düzleşiyor. Kaç kere yıkılmış bu şehir, kaç kere ölüp ölüp yeniden dirilmiş?
Deprem, ne yatağının hemen ucunda bekleyen sırdaş harem ağasının açılan büyük yarıktan dünyanın merkezine doğru kayıp gittiğini gören Bizans imparatorunun, ne korkusundan günlerce kent meydanına kurulan çadıra yerleştikten sonra, yıkılmış şehrine bakmaya dayanamayıp Edirne’ye yerleşen Osmanlı padişahının durdurmaya gücünün yetmediği bir canavar olarak yüzyıllardır korku salmakta… Tebaalarını her daim kurban isteyen bu canavara feda etmişler, kalanlar gidenleri unutmuş, ezilenler taşların hafızalarına kazınmış, kat be kat mezara dönen şehir, her defasında yıkıntıların arasından tekrar yükselmiş.
İstanbul depremini bir infaz hükmünü bekler gibi bekliyoruz. Karar çoktan verilmiş, tarih kaderin iki dudağı arasında. Sanki hepimiz bir anlamda Godot’yu bekleyen birer Vladimir ve Estergon’uz. Gitmeli mi, kalmalı mı? Bir kesin kurtuluş var mı yoksa her şey eninde sonunda şansa mı bağlı? Hepimiz bu kadar derin düşünmüyoruz elbette. Bir çoğumuz günlük eğlencelerine dalmış, yok saymanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor. Bazılarımız çoktan şehri terk etti. Yerlerine şehri depremden daha acil korkuları olanlar dolduruyor. İnsan bu tehdidin suretinde kalabalığın giderek eksilmesini umuyor; ama hayır, tam tersine çoğalıyor, sanki ölüme koşar gibi geliyor insanlar. Savaştan, açlıktan, terörden kaçarken, giderek bir uçurumun kıyısına doluştuklarının farkına varmadan… Bu işin uzmanları ölçüp ölçüp bir karar veriyor, “bu yıkılsın bu kalsın, bu biraz beklesin bakalım. Nihai bedensel dönüşümün olası nedenlerinden birini engellemek için “kentsel dönüşüm” diyor büyüklerimiz…
Yıkılanlardan birinin son anlarına şehadet ederken “Yıkılıyoorr! Saygı duruşunaaa!” diye bağırıyor Mehmet Usta. Adamlar ustanın korkusuyla bir acele kalkıp dediğini yapıyorlar. Şehirde yerle yeksan ettikleri yüzlerce bina için Mehmet Usta’da hep aynı tören, aynı duruş. Depremin korkusu işleri öyle bir hızlandırmış ki belediyenin ardı ardına açtığı yıkım ihalelerinin çoğunu kırk yıllık tecrübesiyle “Mehmet Usta Yıkım ve Hafriyat” alıyor. Öyle araya tanıdık sokarak, rüşvet vererek falan değil, bildiğin bileğinin gücü, yılların tecrübesi, sağladığı güven ve yaptığı temiz işle. Herkes hem fikir, Mehmet Usta bu işin hakkını veriyor. Elbet bir sırrı var. Her ehil iş erbabının bir sırrı olduğu gibi. Usta, yapılan hesaba kitaba bakmadan önce kendisi ölçüp biçiyor. Binanın etrafında, içinde dolaşıyor, duvarları kokluyor, kolonlarla fısır fısır konuşuyor.
Mühendisler örnekler alıp ölçümler yapıyor, neresi riskli neresi garanti diye yıkımın haritasını çıkarıyorlar. Ama eninde sonunda tüm hesaplar, planlar ustaya geliyor. Şöyle bir bakıyor gözünün ucuyla. Eğer doğruysa, eli önce Karaman bıyığına gidiyor, sonra önündeki kâğıtları katlayıp çırağına, “İki çay koy bakalım” diye sesleniyor. Ama bir yanlış olmaya görsün, vay onların haline! Köpürdükçe köpürüyor, “Hay sizin okuduğunuz okula daaa, aldığınız eğitime deee, sizi sokağa mühendis diye salan hocalarınıza daaa,” diye başlıyor, sonra sakinleşiyor, rüzgârı diniyor, derin bir nefes aldıktan sonra her şeyi en başından anlatıp nerede hata yaptıklarını birer birer gösteriyor.
Bina yıkılırken hazır olda duran adamlardan biri hele bir kıpırdasın, ya da kıkırdasın, Usta kıyameti koparıyor: “Saygı, biraz saygı!” diye. Ara sıra acemilerden biri yürek yemişçesine cesaretlenip soruyor:
“Usta kime saygı gösteriyoruz binada bayrak yok, marş da çalmıyor, şimdi anlamadık ki neye hazır olda duruyoruz? Alt tarafı taş yığını değil mi bu?”
Kara cahilin sorusuna cevap vermek, hissetmediğini hissettirmek, görmediğini göstermek, bilmediğini öğretmek gerekiyor. O zaman geçiyor adamının karşısına, XI. Konstantin’e diskur çeken Fatih misali başlıyor konuşmaya:
“Bre cahil, şu gördüğün sadece bir taş yığını değildir. Çimento atıldığı anda soluk almaya başlar. İnsana özdeş bir yaşantısı vardır. Mutlu günlerinde şarkı söyler, hüzünlü anlarında ağıt yakar, aldığı her darbeyle taşı kopup yaralanır, canı yanar, ağlar. Saplanıp kaldığı toprağa bağı, misafir ettiği hayatlara ahtı vardır. Ayrıca bilmez misin yerin kulağı, duvarın da gözü vardır. Mekân bilir, görür, duyar ama kimseye söylemez saklar, içine atar. Sır küpüdür. Ne yaşarsan sahiplenir. Daha adamını atar atmaz hissedersin, hissedersin de bir türlü anlamaz, kendine bu hissettiğim nedir diye sorarsın.
“Ustam her şeyi mi görür, duyar? Hiç mi bir şey gizli kalmaz? Rezil olmaz mıyız o zaman etrafa?”
“Bilesin ki, mekânın içindeki senin ruhundur, eğer ahlakın ve vicdanın yoldan çıkmamışsa sen kendi içindekinden mi rezil olacaksın? Eden bulur bulacağını, duvarlarla, çatılarla işi olmaz onun. Hem zaten kim ki ruhunu insanlıktan ayrı tutar, o zaman duvarlar ona küser ne dinler ne de konuşur.”
Konuşulmalıydı binalarla, veda edilmeli, bunca yıllık dostluklarına teşekkür edilmeliydi. En sonunda da izin istenmeliydi yıkım için.
Ustanın gözleri uzaklara dalıyor. Kendi sebeplerini düşünüyor besbelli. Bunca yıldır kaç binayla konuştu? Kaçına insana ait ne varsa sakladıkları için şefkatle teşekkür etti? Parçalanıp taş olduktan sonra zamanı geldiğinde tekrar bir binanın inşasında kullanılacağına dair umut verdi. Yıkımı, hiçliğe uzanan bir son gibi değil, her parçası için yeni başlangıçların habercisi gibi anlattı.… Saygı gösterdiğinde binanın kendisine içini açtığını bilerek, ayakta duramayacak kadar yorgun, hasta ve hasarlı olanları ölüme hazırladı.
Sanki içinden bir ses onunla konuşurdu: “Tamam Usta” der.
“Yap yapacağını, benden bu kadar, yükü taşıyamıyorum, sıvalarım çatırdıyor ve toprak temellerimi istemiyor artık. Parçalarım benden ayrılmak ve dağılmak istiyor. İzin veriyorum sana beni yıkabilirsin ama öyle bir yık ki, benden geriye kalan bir gün yine tıpkı mezarlarda açan çiçekler, büyüyen fidanlar gibi yeni sırlara kulak misafiri olacak duvarların kumu olabilsin. Hafızan olmaya devam edebilmem için söz ver bana.”
Her mekânı hafıza bellemek belki de bu şehirde yaşayan insanların temel özelliği. İster üç gün önce gelsin ister ecdadı yüzyıllardır İstanbul’da kök salmış olsun, en havalısından en kırık döküğüne bütün mekânlar iz bırakır İstanbullunun belleğinde. “İstanbullu” artık unutulmuş kelimeler lügatinde bir sözcük ama, bir yerlerden de tutunmak lazım değil mi bu şehre?
Usta kırk yıl önce gelmiş, yerleşmiş. Köyünde inşa etmeyi, şehirde yıkmayı öğrenmiş. Kurarken gösterdiği özeni, taşıdığı umudu yıkarken korumazsa, yerine yenisinin konulacağını bilmezse, ruhunun huzur bulamayacağını anlamış. O zamandan başlamış anlaşma yapmaya duvarlarla. Şehirde yıkmadan yapılamayacağını öğrenmiş. Köyündeki gibi sabitliğin, durağanlığın güvencesine kanarsa bir arpa boyu yol gidemeyeceğini anlamış. Şehir ona ölümün kaçınılmazlığını, zamanın geçiciliğini, değişimin mutlaklığını öğretmiş. “Eh madem ölüm Allah’ın emri, yıkım da şehrin kaderi” demiş.
“Duyuyorum sesinizi, yaşanmış hayata, zamanı gelmiş vedaya saygım sonsuz. Yeniden inşa etmek üzere yıkacağım sizi. Sözümü tutarak asla çer çöpe dönüşmeden her taşın bir gün üst üste gelerek kuracağı yeni binaya, yeni anılara özlemle yıkacağım. Taşı yok olan şehrin, belleğinin de yok olacağını unutmayacağım. Şehre kulağımı tıkarsam önce umudumun sonra bildiklerimin kaybolacağını her zaman hatırlayarak yıkacağım. Yıkarken yeni bir tarihi inşa ederek size saygımı hep koruyacağım…”
“Hadi bakalım, yıkılıyooor! Herkes saygı duruşuna!”