İnsanın işi gücü kitap olunca güzel eserlerle karşılaşma şansı da diğer insanlara nazaran artıyor. Suyun kaldırma kuvvetini, hepimiz banyo yapmamıza rağmen, o işle uğraşan Arşimet buluyorsa, güzel kitaplarla karşılaşmak da daha çok biz bilgi profesyonellerine nasip oluyor. Dört yılı aşkın bir süredir yönettiğim bir kitap kulübü sorumluluğundan ötürü çok daha iyi bir kitap avcısı oldum. Basılı ve elektronik kitap ayrımı yapmaksızın sürekli iyi kitapların peşindeyim. Bu piyasanın içinde olduğum için de dostlarımı genellikle kitap kurtlarından seçiyorum. Algıda seçiciliği de kullanarak nerede bir kitap lafı geçse kulak kabartıyorum.
İşte bu kitaplardan birinden bahsedeceğim size. Bu kitabı, bir Twitter kullanıcısından duydum. Sürekli bu kitabı öne çıkaran açıklamalarda bulunuyordu. Onca harika Rus romanı varken bu kitapta ne bulduğunu merak ettim. O gün bugündür de sürekli o kitabı düşünüyordum. İsmi çok basit; ama başka bir şeyle karıştırılıyor, tıpkı başlığımızdaki iki anlamlı duruş gibi!
Kitabın adı Cennetin Doğusu. İlk duyduğumda Cennetin doğuşu gibi algılamıştım. Bu kitabın adını kime söylesem onlar da emir tekrarı yapan askerler gibi Cennetin Doğuşu mu diye düzeltmeye çalışıyorlar. Hayır diyorum Cennetin Doğusu. Toplum olarak kuzeyi, güneyi, batıyı ve doğuyu yön bulma konusunda pek kullanmamamız bir yana, olup olmadığı hala tartışılan bir kavram olan cennetin, zihinlerimizde uyandırdığı “Cennetin doğusu mu olur canım?” hissiyatı da bir o kadar önemli. İngilizce olan “East of Eden” başlığında geçen Eden’in bir benzeri bizde “Aden” diye de geçiyor. Anlamı cennet bahçesi imiş. Bu “aden” beni yıllar öncesine götürdü. Fenerbahçe’nin formasının önündeki reklamda Aden Otel yazıyordu. Çok dikkatimi çekerdi. Çok sonra üniversite yıllarında Eminönü’nden binip Kadıköy’e yanaşan vapurdan rıhtıma baktığımızda Aden Otel’in kendisini de karşımızda görürdük.
“Fareler ve İnsanlar”, “Gazap Üzümleri” ve “Bitmeyen Kavga” gibi kitaplarıyla daha bir tanınsa da Steinbeck bu kitabıyla muhteşem bir sanat eseri bırakmış ardında.
Cennetin doğusunu, kitap kulübünde okuttuğum için çok dikkatli okuyup notlar alıyorum; ama neredeyse her bir paragrafı altın değerinde olduğu için bizim mehter takımı misali iki ileri bir geri yapıp yeniden okuyorum. Anlamadığımdan değil, şaşkınlıkla, hayrete düşerek bir kez daha okuyorum. Bu cümle nasıl kurgulanır, şu benzetmeyi nerede bulmuş diye şaşıra şaşıra. Yazıma konu aldığım kitabın daha yüzde yirmisini bile bitirememişken bu kadar övgüyü sarfetmenin anlamını bilemiyorum; ama okudukça büyülendiğim için sonuna da sonsuz güveniyorum. Tabii burada İletişim Yayınları’nın da hakkını yemeyelim. Çok güzel bir çeviri olmuş, sanki yazar Türkçe yazıyormuşçasına bir etki uyandırıyor.
Bu kitabı okumayı sürdürürken bir yandan da aklım hep Steinbeck’teydi. Gayrimüslimler için söylenen bir söylemle “toprağı bol olsun” diyorum kendisine. İlk defa bir yazarın mezarını ziyaret edip ona şükranlarımı sunmak istedim. Kitabın arka kapağında yazarın bu kitaba dair güzel bir sözü de var. Okuyunca insanın yüzünde tebessüm uyandırıyor:
“Hep bu kitabı yazmak istedim, bu kitabı yazabilmek için çalıştım, bu kitabı yazabilmek için dua ettim.”
Steinbeck bu romanı inşa ederken bizlere çok güzel üç kelime kazandırıyor: istemek, çalışmak ve dua etmek.
Kitaptan bazı paragrafları buraya alacağım ki, siz de neden bu kitabın büyüsüne kapıldığıma şahit olun. Yazıma konuk edeceğim alıntıları metinden bağımsız düşünmekte fayda var. Kendisinin de dediği gibi hep bu kitabı yazmak istediğine göre aklında beliren düşünceleri de bu metne bir şekilde yedirmiş. Dolayısıyla bu tür düşüncelerinden örnekleri vereceğim.
İşte bunlardan biri:
Büyük bir eylemin yönelimi tarihi çarpıtır, ama her eylemin de bir ölçüde aynı etkiyi yaptığı söylenebilir; yolda bir taşın üstünden atlamak, güzel bir kızı görünce nefesin kesilmesi ya da bahçe toprağında tırnağını yarmak kadar küçücük eylemlerin bile.
***
Zaman aralığı, zihinde garip ve çelişkili bir meseledir. Rutinle geçen bir sürenin ya da olaysız bir sürenin insana bitmez tükenmez geleceğini varsaymak mantıklıdır. Öyle olması gerekir, ama değildir. Hiçbir süresi olmayan zamanlar, sıkıcı ve olaysız zamanlardır. İlgiyle renklenmiş, trajediyle yaralanmış, sevinçle bölünmüş zamanlar ise hatırada uzun görülen sürelerdir. Düşünülürse öyle de olması gerekir. Olaysızlığın direği yoktur ki üzerine bir süre asabilesiniz. Hiçbir şeyden hiçbir şeye geçen zaman sıfırdır.
***
Aşağıda biraz uzunca (3 paragraf) olan alıntıda ise hilkat garibeleri kavramını çok güzel açıklayıp bir de doğuştan ve sonradan olan bazı hususları da çok güzel anlatması bakımından dikkatlice okumanızı öneririm:
Dünyada insan evladı hilkat garibeleri olduğunu biliyoruz. Bunların bazıları çarpık, korkunç fizikleriyle görünürdür; dev bir kafaları ya da minik bir bedenleri vardır, bazıları kolsuz ya da bacaksız doğar, bazısı üç kollu, bazısı da kuyruklu ya da olmayacak yerde bir ağızla. Bunlar tesadüflerin sonucudur ve eskiden sanıldığının aksine, kimsenin kabahati değildir. Bir zamanlar, gizlenen günahların görünür cezaları olarak algılanırlardı.
Tıpkı fiziksel hilkat garibeleri olduğu gibi zihinsel ya da ruhsal hilkat garibeleri de olamaz mı? Yüz ve beden kusursuz olabilir, ama çarpık bir gen ya da kusurlu bir yumurta fiziksel hilkat garibeleri üretebiliyorsa, aynı işleyiş kusurlu bir ruh üretemez mi?
Hilkat garibeleri normal kabul edilenden az ya da çok farklılık gösteren örneklerdir. Nasıl ki bir bebek kolsuz doğabiliyorsa, bir başkası da merhametsiz ya da vicdan potansiyeli olmadan doğabilir. Kollarını bir kazada kaybeden adam bu eksikliğe kendini uyarlamak için büyük bir mücadele verir, ama kolsuz doğan kişi, sadece onu tuhaf bulan insanlar yüzünden acı çeker. Öteden beri kolsuz olduğu için eksikliğini çekmez. Çocukken, kanatlarımız olsa nasıl olurdu diye hayal kurarız, ama kurduğumuz hayalin kuşların hislerinin aynısı olduğunu varsaymak için bir sebep yoktur. Normal olan, bir hilkat garibesinin gözüne korkunç görünür muhtemelen, çünkü her insan kendine normal görünür. İçsel hilkat garibesi için durum daha da anlaşılmaz olsa gerektir, çünkü başkalarıyla kıyaslayabileceği görünür bir şey yoktur. Vicdansız doğmuş bir adama ruhu yaralı adam gülünç görünse gerektir. Bir sabıkalının gözünde dürüstlük aptallıktır. Şunu unutmamak gerekir ki, hilkat garibesi bir farklılıktan ibarettir ve hilkat garibesinin gözünde normal olan korkunçtur.
Kimi düşüncelerini de romanın karakterleri üzerinden yapıyor. İşte onlara da birkaç örnek:
Fikirler onun gözünde devrimciydi; onlardan şüphelenir, hoşlanmaz ve uzak dururdu. Will kimsenin kendisine kusur bulamayacağı şekilde yaşamaktan hoşlanırdı; bunun için de mümkün olduğu kadar başkalarına benzer şekilde yaşamak zorundaydı.
***
Bazı insanlar büyük düşünür, bazıları küçük. Samuel’la oğullarından ikisi, Tom ve Joe büyük düşünürdü, George’la Will ise küçük. Joseph dördüncü oğlandı; bütün ailenin çok sevip koruduğu, hayal aleminde yaşayan bir çocuktu. Güler yüzlü bir çaresizliğin işten korunmanın en iyi yolu olduğunu küçük yaşta keşfetmişti. Ağabeyleri dirençli ve çalışkandı, hepsi öyleydi. Joe’ya iş yaptırmaktansa işi kendi yapmak daha kolaydı. Annesiyle babası elinden başka iş gelmediği için onun şair olduğunu düşünüyordu. Bunu kafasına o kadar soktu ki, Joe kanıtlamak için çalakalem mısralar yazdı. Joe bedenen tembeldi, muhtemelen zihnen de tembeldi. Hayatını hayal ediyor, annesi çaresiz olduğunu düşündüğü için onu diğerlerinden çok seviyordu.
***
Feodal dönemde kılıçla mızrak kullanma becerisinden yoksun olmak gençleri kiliseye yöneltirdi; Hamilton ailesinde de Joe’nun çiftçiliği ve demirciliği beceremeyişi onu tahsile yöneltti. Marazi ya da zayıf değildi, ama pek ağırlık kaldıramıyordu; ata iyi binemiyor, atlardan nefret ediyordu. Joe’nun pulluk sürmeyi öğrenme çabaları hatırlandığında bütün aile şefkatle gülerdi; açtığı ilk iz ovada akan dereler gibi kıvrım kıvrımdı, ikincisiyle ilkine tek bir yerde dokunuyor, sonra da onu kesiyor ve alıp başını gidiyordu. Zamanla kendini bütün çiftlik işlerinden bağışık kıldı. Annesi açıklama olarak Joe’nun aklının bulutlarda olduğunu söylüyordu, sanki bu görülmemiş bir meziyetmiş gibi.
Alıntılarım biraz uzun olabilir belki; ama inanın bu aktardıklarım buzdağının görünen yüzü. Bu kitabı en sevdiğim romanlar kategorisinde ilk 10’unuma alıyorum. Okuyunca bana hak vereceksiniz.
Ne olursa olsun, ben yine de Rus edebiyatının etkisinden kurtulamıyorum ve Steinbeck için şunu söylüyorum:
Amerikalıların Rus yazarı.