Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Bizim evin içinde iki büyük iş makinesi çalışıyor. Salondaki taş kırıyor, yatak odamdaki ise kazı yapıyor. Adeta… Sabah saat dokuzda başlıyorlar, akşam beşe kadar bu böyle devam ediyor. Sorarım size, yatağa sımsıkı dolanmış derinlemesine uyurken aniden bu makinelerin gürültüsüyle dap duru olunca aklıma başka ne gelebilir? 

Fırlayarak kalkıyorum yataktan, elime geçen ilk pantolonla gömleği üstüme geçirip kahvemi içmeden, saçlarımı taramadan, makyajsız, takısız kendimi sokağa atıyorum. Sokak deseniz ayrı bir dert. Yürünebilir nitelikte bir düzlük yok. Önce inşaat demirlerinin üstünden atlıyorum, sonra yol kenarına birikmiş taşların arasından pür dikkat geçerek düze çıkıyorum. Koşarak uzaklaşıyorum, gök gürültüsünü mumla aratan ve kafama bin bir çekicin durmadan vurduğu, bu bölgeden. 

İki gün önce belediyeye gidip sordum “Bir sokakta üç inşaat aynı anda ve bir arada olur mu?” diye. 

“Olabilir” dediler. “Buna karşı bir yasa yok.” 

“Yahu insaf edin biz o sokakta yaşayanlara!” dedimse de hiç aldırmadıkları gibi birbirlerine bakıp gülümsediler. Aslında bu dramatik bir olay, neden sırıttıklarını hiç çözemedim.

İnşaatların birinde beton mikseri durmadan dönüyor. Diğerinde mobil vinç apartmanın yedinci katına çıkmış bütün yapıyı yerle bir etmek için var gücüyle çalışıyor. Üçüncüsünde ekskavatör iş başında oydukça oyuyor, kazdıkça kazıyor. Ancak orada koca bir blok kaya var. O kayanın kırılıp parçalanması aylardır devam etmekte. Her gün evden kaçarken bakıyorum temeli derinleştirmek için büyük bir çaba harcıyorlar.  Sanki kaya onlara “Beni yerimden etmeyin, ben yüzyılladır buradayım” der gibi direniyor ama ona aldıran yok. Her seferinde daha büyük bir iş makinesi gelip kayanın başına çöküyor ve güm güm güm.

Temel olmazsa olmaz. Kaya boyun eğecek sonunda ve yine müteahhit kazanacak. Temeli derine kazıp çok katlı bir apartman yapacak ve her katını çok yüksek fiyatlara ayrı ayrı satacak.

 Oysa Antik Yunan düşünürleri için kazanç hiç önemli değildi. Derin ve sağlam temeller kâr etmek amacıyla değil, üstüne değerli bilgiler inşa etmek için kullanılırdı. Akıl yoluyla edindikleri bilgileri deneyimleyerek sağlam temeller elde ettikleri için bugün hâlâ onlardan söz ediyoruz ve onların açtıkları yoldan ilerleyebiliyoruz.

Örneğin, İyonyalı Thales’in (MÖ624-545) öğretileri bugün bile geçerlidir.

  1. “Hiç”den hiçbir şey çıkmaz.
  2. Kozmos hep vardı ve hep olacaktır.
  3. Temel önerme döngüsel bir yapıdır.
  4. Doğada her oluşum birbirine bağlıdır.
  5. İlk ilke, ilk prensip budur.

Sokrates’in öğrencisi Platon (MÖ 428- 347) ise, tüm öğretisini dört temel kavram üzerine inşa etmiştir: Bilgelik, adalet, cesaret, ölçülülük. Bu dört kavram insanlığın ahlaklı olarak yaşamasına yol açmıştır.

O yıllardan yaşadığımız günlere gelinene kadar felsefeyle ilgilenen bilim insanları düşüncelerini bu sağlam temellere oturtarak daha karmaşık olgulara ulaşmışlar ve böylelikle bizlerin düşünce dünyası yeniden biçimlenmiş ve önümüzde yepyeni ufuklar açılmıştır.

Sonuç hep aynıdır. Akıl yoluyla edindiğimiz bilgiyi deneyimleyerek doğruya ulaşabiliriz.  Ancak bu mutlak doğru olmayabilir. Önemli olan temelin sağlam olmasıdır. Her zaman mutlak olmayan yeni doğrular olacaktır.

 Bir nisan sabahı öğretmenim bayrağı elime verip “Seni seçtim!” demişti. “Bu yıl Türk bayrağını sen taşıyacaksın.” Daha ilkokul dördüncü sınıftaydım. Eve nasıl koştuğumu, anneme nasıl anlattığımı dün gibi hatırlıyorum. Geceler boyunca uykum kaçıyordu. Ya taşıyamazsam ya yorulursam diye huzursuzlanıyor, yatağın içinde dönüp duruyordum. Bu benim için en özel 23 Nisan kutlaması olmuştu. Albayrak bana hiç ağır gelmedi, onu en önde ve büyük bir gururla taşıdım. Arkamdan trampet ekibi, izciler ve bütün okul sıra sıra geliyordu. Ben en önde, onlar peşimde mahallemizin bütün sokaklarını trampetin ritmine uygun adımlarla baştanbaşa dolaşmıştık o gün. Sonra okulumuzun bahçesinde marşlar söyleyerek kutlamıştık Atamızın biz çocuklara armağan ettiği bu bayram gününü.

Üç yıl önce bir Haziran sabahı sevgili Hocam Müge İplikçi mikroscope’un bayrağını eline aldı ve en önde taşıyarak bizi peşine kattı. Önde Müge Hoca, arkasında sevgili yazı ekibi ve bizler hâlâ o ilk günün heyecanıyla ve gururla yol almaktayız. Yolumuz hep açık oldu çünkü derin bir sevgiyle sarıldık kalemlerimize. Hocamız, akıl yoluyla edinilmiş bilgi ve deneyimden oluşan sağlam bir temele oturttu dergimizi. Bize armağan edilen bu derginin dördüncü yaşını sevinçle kutluyoruz.

Daha nice senelere mikroskope, hep bir arada.

                                                                               *****

Not: Senin için en değerli şey nedir diye sorsalar, işte bu derim. Bu sessizlik. Sadece martılar, deniz, güneş ve ben. Evden kaçıp buraya geldim. Kayaların üstüne oturdum. Sırtımı bir kayaya yasladım. Kitabımı okuyorum. İş makinelerini çoktan unuttum. Baumgartner’le birlikte onun odasındayım şimdi. Baumgartner Paul Auster’in son kitabı.

Telefon sesiyle çıktım felsefe hocasının odasından. Bizim apartmandan yedi numaralı daire arıyor.

“Müjde!” dedi 

“Hayrola?” dedim. 

“Hiç sorma burası panayıra döndü. En az 50 kişi var şu anda evin bitişiğindeki inşaatta.” 

Sonra bir nefeste anlattı. Meğer temel için kazılan alandan yaklaşık MÖ 685 yılında kurulan Khalkedon’a ait duvar kalıntıları ve bazı yapılar çıkmış. Kültür ve Turizm Bakanlığından

bir ekip gelip inşaatı mühürlemiş. Ayrıca bir grup arkeolog temele inmiş bulunan parçaları inceliyormuş.

Bu ne müthiş bir haber dedim kendi kendime. Sonra bir çığlık attım “Yaşasın! Bu inşaata kaya kazandı”

Ya diğer ikisi ne olacak? diye cevabı belli bir soru kaldı geriye.