Benlik verili değil inşa edilen bir kurgudur. Yeni bir toplum tipinin inşası tarihin nesnel koşullarının kendini dayattığı bir kavşakta biçimlenir. Kapitalizmin yeni toplumu ihtiyaçlarla değil arzuyla inşa edildiği bir toplumdur. Ama arzu da inşa edilir rıza da. Yeni toplum tüketim mallarının etrafında kurulmuş bir ilişkiler ağında, özgürlük tartışmasının tahayyül edilen öznenin tüketim görevine memur edildiği bir pozisyonda sıkıştığı için yürütülemeyeceği bir sürekliliktir. Ama bu süreklilik kendiliğinden değildir. Kişinin en kendisine özgü olduğunu sandığı özelliği bile apaçık sermayenin karmaşık örüntülerle kurduğu bir aynılıktır. Kişiliği kuran toplum da iktidar odaklarınca kurulduğundan bir mutlak özgünlükten söz etmek zordur.
İhtiyaç toplumundan tüketim toplumuna yeni bir insan ve kitle tipinin inşasını anlatan 2002 yapımı dört bölümlük “Century of The Self” belgeseli kimliğin ve arzunun inşasında reklamcılığın ve medyanın rolüne odaklanır. Belgeselde giyimden, yemeğe, ev gereçlerinden, kullanılan oya reklamlar yoluyla benliğin nasıl inşa edildiğini, Amerikalı psikiyatristlerin de bu benlik inşasında nesne olarak gördükleri kamuyu nasıl işlediklerini izleriz. Sigara pazarını genişletmek için kadın özgürlük hareketiyle bağlanması, yeni giysileri her sene satabilmek için giysilerin kişilikle özdeşleştirilmesi, araba pazarlayabilmek için direksiyon başına geçmek ile cinsel hazzın eşleştirilmesi. Pazarlamacılık bugün kendini yenileyerek ve muhatap edindiği halka biçtiği rolü de değiştirerek devam ediyor. Yurttaştan müşteriye evrilişimizi şaşkınlıkla biz de belki şaşkınlıkla izliyoruz.
Önümüze serilen ürünlerin her defasında daha geniş ve elverişli bir tüketici kitlesini hazırda bulundurması için modernliğin eşiğinde teşhis edilen bir gücümüze oynamak gerekir: Arzu. Yeni bir çağın eşiğindeki insanı karakterize eden özellik olarak Thomas Hobbes’un kişiyi harekete geçiren bir güç olarak arzuyu teşhis ettiği söylenebilir. Yani Hobbes, yeni çağın eşiğinde beliren yeni bir insan tipinin karakteristiğini görüp tanımıştır, tanıdığını da ifade etmiştir. Hobbes’un şahitlik ettiği çağ, İngiltere’de kanın gövdeyi kelimenin gerçek anlamıyla götürdüğü, İngiliz burjuva sınıfının kral yanlıları ile yıllarca süren sert bir iç savaşın kanla galibi olduğu bir dönemdir. İngiliz burjuva sınıfı, kral yanlılarına karşı giriştiği savaşta halk sınıflarını yanına çekerken savaşın galiba olunca tasfiye edilen kilise mülklerini üzerine almış, vergileri kendi lehine halk sınıflarının aleyhine biçimde yeniden düzenlemesini de bilmiştir. Çağ geçimlik ekonomiden kazancın örgütlü üretimle katlandığı ve toplumsal ilişkilerin tek düzenleyicisi olduğu bir çağdır. Bu yüzden de homo homini lupus ifadesini bol keseden, her mizantrop eğilime şiar bellerken dikkatli olmak lazım. Hobbes’un arzuyu teşhisi olsa olsa kapitalizmin bireyinin teşhisidir. İşte işler bu teşhisten, bir sırrın ifşasından sonra sarpa sarar demek lazım. Yeni bir çağın eşiğindeki yeni bir sistem tarafından inşa edilen arzu dolu bireylerin birbirleriyle kurdukları ilişki rekabet ile biçimlendiğini gördüğü, tanıdığı için Hobbes insan olmanın bu çağda ne ile karakterize edileceğine bir cevap verir. Yeni bir dünya yeni bir insan yaratır.
Yeni bir sistemin inşasında iyimser bir öneri olarak okuduğum LeGuin’in Mülksüzler’ini hatırlamadan olmaz. Anarres ve Urras dünyalarındaki insan ilişkileri ve yaşam tarzlarını karşılaştırmalı olarak okuruz. Anarres iklimi kötü, coğrafyası zor, işlenmemiş haliyle güzel olmayan ama emek ile dönüştürüldüğünde yaşanası kılınmış bir dünya. Fakat yönetilenlerin zihinlerinin ve kişiliklerinin yönetenler tarafından manipüle edilerek inşa edilmediği, rekabetçi bir sistemin yerleştirdiği arzunun peşinde örtük olarak köleleştirilmediği özgür bir dünya. Anarres rekabetin yerine dayanışmanın, sorumluluğun yerleştirildiği bir düzen vardır. Çocuk yetiştirmek bireysel değil kamusal bir sorumluluktur, yemek, barınmak, dinlenmek hepsi kamusal dayanışma mekanizmalarının sorunluluğundadır. Urras’ta ise aksine zengin, kaynakları bol, görünüşü parıltılı ama yurttaşlarının birbirleriyle rekabet ilişkisi kurduğu, imkânların güçlü olana sunulduğu, güçlünün hakkının da sözde özgürlük sloganlarıyla el altından meşrulaştırıldığı bir düzen sürer. Bu iki dünya bilim adamı Anarresli Shevek’in bilimsel bir faaliyet için Urras’a seyahatiyle karşılaştırılır.
Günün kişiliğinin sorumluluğun değersizleştirildiği bir yalnız birey inşa edilmesine karşı tetikte olmak gerek. Yaşadığımız dünyaya Urrasçı bir rekabet sistemi ile çevreleyen her hamleye karşı dayanışmacı bir yaklaşımı yeşertmeli. Mesele rıza ve arzunun inşa edilebilirliği değil de daha çok bu inşanın temeline koyulan harcın rekabet mi yoksa dayanışma mı olacağı. Kişisel gelişim sektörü sloganları “kimse size istemediğiniz bir şeyi yaptıramaz” diyerek pseudo-özgürleştirici ama aslında yalnızlaşmış bencil bireyleri hapsedici bir düzen inşa etmekte kararlı olsa da dayanışmanın, dünyanın bir sorumluluk alanı olarak yeniden inşasının, ben olmanın ancak ötekinin varlığı sayesinde mümkün olduğunu bildiğimiz bir yeni dünya inşa etmek her zaman mümkün.