Rüyasında yılanlar gördü.
Ne klişe ama!
Bir kapının önünde duruyor. Hava sıcak. Çöl sıcağı gibi, kuru kuru esiyor. Etrafta hiçbir şey yok. Bir “Motel” yazısı görüyor. Nerede olduğunu bilmiyor, hangi zaman olduğunu da. Bir Amerikan çölünde de olabilir, bir İç Anadolu kasabasında da. Motel yazısından kestiremiyor nerede olduğunu.
Beyaz kıyafetleri var. Huzursuz. Bu kapının arkasında kötü bir şeyler olacak. Bir çeşit katliam… Kapı kolunu çeviriyor, kapı açılıyor. Yüksek tavanlar, pencere yok, beyaz floresan aydınlığı… Gözleri loşluğa hemen alışamıyor. Birkaç adım sonra büyük, depo gibi bir odaya geliyor. Hijyenik bir yer, laboratuvar gibi. Üst üste konulmuş metal kafesler var her tarafta, kuş kafesi gibi. Ortada bir masa var, masanın üzerinde mikroskoplar, şırıngalar, birkaç elektronik alet, bilgisayar. Sağına soluna bakıyor gelen giden var mı diye. Yok, içeri boş… Henüz terk edilmiş gibi… Nereye gitti bu insanlar? Masaya yaklaşıyor. Bilgisayar açık, ekranda renkli sanatsal desenlere benzer bir görüntü var. Uzanıyor, okumaya, anlamaya çalışıyor. Bir çeşit virüsten, bu virüsle beyinleri boyanan farelerle beslendiklerinde yılanlara olabileceklerden bahsediyor. Anlamıyor. Sevmedi bu yeri. Gitse iyi olacak. Girdiği kapıyı arıyor. Yok. Odanın çıkışı yok olmuş. Yan taraftan kısık, viyaklama gibi bir ses geliyor. Dönüp bakıyor. Minik beyaz bir laboratuvar faresi… Kafasını mengene gibi bir şeyle sıkıştırmışlar. Beynine saplanmış streril ince bir matkap ucu öyle duruyor. Matkap ucunun etrafında biraz kan var. Kurumuş. Mengene kafasını o kadar sıkı tutuyor ki hareket etmesi imkânsız. Hafif baygın, kafası iyi gibi viyaklıyor. Eğiliyor. Fare gözlerini açıyor. Meraklı gözlerle onu inceliyor.
“Beynimizi boyuyorlar!” diyor.
“Kimin?”
“Benim. Senin de.”
“Nasıl?”
“Virüslerle işte. Böyle delikler açıyorlar, içine virüsler enjekte ediyorlar, sonra da resmini çekip ismine sanat diyorlar.”
Kafeslerde hareketlenmeler, tıslamalar başladı. Dikkatini fareden kafeslere yöneltti. Kafeslerin içi yılanlarla dolu… Kış uykusundan uyanıyorlar, aç gibiler. Kafesin tellerini ısırıyor, kendilerini tellere çarpıp duruyorlar. Oda zangır zangır titriyor, birbirine çarpıp titreyen metal tellerin sesi onlarca, yüzlerce tıslamaya karışıyor.
Buradan çıkması lazım. Sıcak, daha da sıcak… Yanıyor. Kimin kimi yediği umurunda değil. Çıkması lazım buradan. Kapı yok, pencere yok. Kafasını ellerinin arasına alıyor. Sandalyeye oturuyor. Fareyle göz göze geliyor.
“Korkma.” Diyor fare. “Buradan çıkış yok!”
2
Çarpan pencerenin sesiyle uyandığında; tak, tak, tak diye durmadan tekrar eden bu ritmik sesin, gerçekler dünyasından rüyasındaki dünyaya sızdığını anlaması birkaç saniyesini almıştı. Rüyasında Galata’dan, Salacak’a tüm sahile kazık çakıyorlardı. Petrol arama platformlarına benzer devasa kazık çakma gemileri, İstanbul Boğazı’nın her tarafını kaplamıştı. İçlerinde yüzleri tozdan, yağdan simsiyah olmuş işçiler, demir çubukları sırayla Boğaz’ın kalbine saplıyorlar, sonra kafalarında sarı baretleriyle inşaat işçileri olanca aceleleriyle bu kazıkların üzerine yüksek kocaman binalar yapıyorlar, sonra kazıkçılar o binaların önüne bir sıra daha kazık çakıyorlar, inşaat işçileri bu sefer de o kazıkların üzerine yol yapıyorlardı.
İnşaatlar Kız Kulesi’ne varmak üzereydi. Belediyenin açıkladığına göre kulenin etrafında bir gölet kadar alan boş bırakılacak, kule bu göletin ortasında tarihî silüetiyle korunmuş olacaktı. Ayrıca bu göletin etrafına bir de park yapılacak, bu park çimlendirilerek; gövdesi plastik, yaprakları ve çiçekleri sentetik yapay ağaçlarla (altı doldurma beton olduğu için) donatılacaktı.
Arzu eden yerli, yabancı turistler bu parkta fayton gezileri yapabilecek (Büyük Ada’dan faytoncular transfer edilmişti.), isterlerse kulenin etrafında, aslında Boğaz olan gölette, eski Osmanlı Sultanları gibi sandal sefaları yapabileceklerdi. Şehir hatları vapurları da unutulmamıştı. Gerçi artık Boğaz’ın hemen hemen tamamı konut ve ofislerle kaplanmış, şehrin bu önemli simgeleri için dolgu alanlar arasına, metrobüs yolları gibi deniz yolları bırakılmıştı. Böylece eski adıyla Şirket-i Hayriye, seferlerine ara vermeksizin devam edebiliyor, sevgili İstanbulluları Boğaz’da vapur keyfinden mahrum bırakmıyordu. Kız Kulesi’ne doğru vapurun güvertesinden Boğazüstü Mahallesi’nin yeni yapılmış alışveriş merkezlerini izlerken, yanından geçen beyaz elbiseli gemiciye “Peki, buradan geçip Akdeniz’e açılan kuru yük gemilerine, tankerlere ne oldu?” diye sordu.
“Ağabey, onlar kanalı kullanıyorlar. Ne güzel biliyor musun kanalın etrafı, yemyeşil.” dedi ince bıyıklı gemici.
Ölüyordu İstanbul. Yunuslar can çekişen şehri terk edeli çok olmuştu. Belki de artık fareler gibi, bir şehir hayvanına dönüşmüş, dolgu boğazın altındaki karanlık sularda yüzüyor, insanların atıklarıyla besleniyorlardı. Ortasından boğaz geçmeyen bir İstanbul’da şaşırıyordu. Vapurdan inmek için hareketlendiğinde az önce soru sorduğu gemiciyle göz göze geldi yeniden.
“Korkma,” dedi gemici, “Buradan çıkış yok!”