Dudaklarını kemirerek okuduğu kitabın kapağını kapatıyor. Düşünmeye başlıyor. Karakterlerini bile çözümleyemediği romandan geriye ona ne kalacak? Berta hem anne hem onun küçük kızı. Sonra bir de Rudolf var. Hem savaşa giden sevgili hem de bir arzu meyvesi olarak geride bıraktığı armağan oğul. Rudolf savaşta ölüyor. Dolayısıyla küçük Berta’nın babası olamaz. Rudolf’un ölüm haberini getiren silah arkadaşı Wilhelm. Wilhelm şoför. Bir de Wilhelmina var. Berta’nın biricik arkadaşı. Wilhelm ve Wilhelmina’nın üçüncü evlilik yıldönümlerini kutladıkları gün Berta’nın doğum günü. 66 no’lu hastane odasında onu ziyarete gidiyorlar.
Sonra hikâye geri gidiyor. Berta evde oğul Rudolf ve küçük Berta hakkında okuldan gelen mektubu okuyor. Öğretmen onunla konuşmak istiyor. Oysa çok akıllı çocuklar. Öğrenmek konusunda çok hırslı olmasalar da çaba sarf ediyorlar. Şarkıları eğlenerek, sözleri atlamadan söylüyorlar. Berta kocası Wilhelm’in şehir dışında olmasına dayanamıyor. Her şey çok ağır geliyor. Peki bir önceki bölümde Wilhelmina ile Wilhelm’in üçüncü evlilik yıldönümleri olduğunu okumamış mıydı?
Kafası karışıyor. Kitabı koltuğun yanındaki sehpaya bırakıyor. Yalın ayak mutfağa gidiyor. Kavanozdan birkaç ceviz, biraz gün kurusu alıyor. Makinadan kahve dolduruyor. Karakter yap bozu ve hikâyenin zamanı, akışı aralıksız kafasında dönüyor. Odaklan, odaklan, odaklan. İkinci Dünya Savaşı; öğretmenler, şoförler, mağaza çalışanları, işçiler, herkes askere çağrılıyor. Geride çocuklar ve kadınlar kalıyor, dualarıyla… Bir bomba menzilinde kalan beden uzuvları, eksilen yarım insana dönüşüyor. Ya da geriye üzeri kanlı bir künye geliyor.
Koltuğa oturuyor. Güneş alçalmış. Açık pencereden, güneşin kızıllığına bulanmış ıhlamur ağacının rayihaları odaya doluyor. Bir anda heyecanla titriyor. Kitap atölyesinin son oturumundan aklında kalanlar yol haritası oluyor. Çağrışımlar, ayrıntılar, öğrenme itkisi.
Bir ilk roman olarak etkileyici buluyor.