İstanbul’un eski fotoğraflarına çevrimiçi kaynaklardan ya da aile fotoğraf albümlerimizden gördüğümüz kadarıyla dönüşümü büyük bir tahribat olarak tanımlamamak mümkün değil. Köyden kente göçün plansız ve fabrika çevrelerinde uydu edilmesi bir yana, büyük sermaye sahiplerinin tapusu olmayan lüks siteleri ya da ruhsatsız gökdelen otellerin sorumluluğunu ayrı tutmak şart. Hoş İstanbul’un tarihi için inşaatın tarihi diye itiraz edenler de olacaktır, malum İmparator 1. Konstantin başkenti İstanbul yapmak istediğinde bugünkü Sarayburnu’na denk düşen alandaki pek çok eski villayı (villa bir Roma dönemi yerleşim birimidir) yıktırıp yeni binalar inşa ettirmiş. Fakat iki bin yıl sonraki dönüşümü farklı kılanın bugün için şehrin bir sömürü nesnesi olarak tayin edilmesi. İşte şehirle kurulan bu ilişki, dünya sisteminin düpedüz yeryüzü ile kurduğu ilişkinin bir uzantısı. Yeryüzü, talan ve yağma için tasarlanmış, bilim ile zapturapt altına alınması gereken adeta bir düşman. Bu patolojik düşünce biçiminin izlerini Bacon’dan bu yana sürmek mümkün. Oysa kendi güvenliğimizi tesis edebileceğimi her ilişki her ilişki yeryüzünü bir sömürü nesnesine indirgemeyi gerektirmiyor. Doğayı kendi dışımıza konumlandırmamız, kendimizi onun dışına tutup çıkarabilmemiz zaten imkânsız.
Sait Faik’in “Son Kuşlar”ı insanın yeryüzü ile sömürüye dayalı bir yağma ilişkisi ile onun bir bileşeni olduğunun ayırdında olduğunu bilerek kurduğu ilişkisinin karşıtlığını anımsamayı mümkün kılan bir öykü. Burgazada’da yazın bitişi ile pilavın yanına pişirilen kuşlar ve Hollandalı zenginlerin bahçesi için yasaya aykırı yolunan ada çimleri ile resmedilir. Kuşları azıcık etleri olmasına rağmen avlamaktan geri durmayan zahire tüccarı Konstantin Efendi ile çayırın en güzel yerlerini kendi bahçesi için söktüren deri tüccarı Hollandalı doğayı hoyratça sömürürler. Kuşlar ve çimenler onların zevkleri için keyiflerince kullanılacak birer nesnedir. Bir ortakyaşarlık değil de bir tüketme ilişkisi kurulur. Sait Faik’in doğayı sömürerek kullanan iki öykü kişisi de tüccardır. Konstantin Efendi’nin avladığı kuşların eti öyle azdır ki bir tabak pilava bile yetmez aslında. Ya da Hollandalı tüccara bahçesindekiler yetmez, illa Ada’nın kendiliğinden taze çimleri lazımdır.
“Son Kuşlar”da yazar doğanın insanı insan yapan zorunlu bir parça olduğunu, onun insana dışsal ve değiştirilebilir bir uzantı değil de bizzat onun içinde var olduğu ortamı olduğunun çoktan farkındadır. Ada’nın ağaçları, çimenleri, kuşları, dalgaları orada yaşayanların içinde kendilerini var ettikleri bir bütündür. Biri diğerinden daha az ya da daha çok var etmez Burgazada’daki toplumsal yaşamı. Yazar sadece safını yaz mevsiminden yana seçmiştir ya, o ayrı.
İnsan hem zorunlu yasalarına tâbi olduğu bedenli biyolojik bir doğa varlığı hem de onu tahayyül yetisi ve emeğiyle dönüştürebilerek mesafelenip aşmaya teşebbüs eden bir toplumsal varlık. Toplumsal insanın bir parçası olan doğa ile kurduğu ilişki onun dolayım yoluyla kendiyle kurduğu ilişkiye tekabül eder. Bu iki yanı birbirini dışlayan ya da öncelikli sonralıklı olarak değil de eşzamanlı ve karşılıklı birbirilerini biçimlendiren bir paranın iki yüzü gibi görmek daha doğru. Toplumsal insan doğayı da bu oluşuyla biçimlendirip kendini ona, onu da eşzamanlı olarak kendine dahil ediyor diyebiliriz. Burgazada’nın mevsimlerine göre artan ya da azalan kalabalığı, sararan otları ya da soğuyan havası hem adayı hem de ada sakinlerinin kendilerini biçimlendirir.
Toplumsal bir doğa varlığı olarak insanın çevresine dair algısı da bu ilişkisellik içinde biçimleniyor. İnsanın çevresine dair algısını biçimlendiren ilişkiselliğin kalıbını döken de sömürü ve yağma formu olduğunu söyleyebiliriz. Yeryüzü kaynaklarının tüketiminde tutumluluk uyarılarını golf sahaları, özel jetler gibi lüks ve hudutsuz talepler dururken temel ihtiyaçlara yöneltmek de bu formları unutmaktan olsa gerek. “Son Kuşlar”da belki bu ayrımı çok keskin bir şekilde gören yazar bu sebepten iki tüccarı yeğlemiştir bu kendi keyfini bir bütünün içinde oyup çıkaran iki yalıtık birey formunu tanımlamak için. Yeryüzünü yağmalanacak bir hazine olarak görenlerin kimler olduğunu Sait Faik çok iyi bilir.