Böcükname‘nin varlığından uzun zamandır haberdardım. Sevgili Semra Aktunç, işin içinden nasıl çıkacağını bilmediğini, Hulki Aktunç’un hayattayken yazıp bıraktığı neredeyse sayısız metnin bulunduğunu, Hulki’nin hayattayken bu dosyalardan ikisini bitirip yayımlatmasını çok istediğini anlatmıştı. O gün, Hulki Aktunç’un Çingeneler hakkında yazdığı birkaç sayfalık yazıyı incelemiştim. Daha sonra ise üstünde oklar çıkarılarak notlar alınmış, birbiriyle nerdeyse aynı ama bazı bölümlerinde ciddi farklılıklar bulunan Böcükname dosyasını inceleme fırsatı buldum. Dil işçisi, dil üstadı, dil cambazı diyebileceğimiz Hulki Aktunç’tan çıkan bir metni hazırlamak elbette özel bir çaba gerektirir. Öyle ya şiir, öykü, roman, deneme gibi edebi türlere ve resim sanatına yoğun emek veren Hulki Aktunç, özgün çalışmalarıyla ilgi uyandıran çok yönlü bir sanatçı, geleneksel değerleri avangardize eden bir öncüdür. Dilde daha ilk yazdıklarıyla ilgi uyandırmış; gelenekten geleceğe açılan dil ve imge dünyasıyla tanınır olmuştu. Daha sonra ise dil çalışmalarını geliştirip ilerleterek oldukça farklı bir çalışmayı Türkçenin Büyük Argo Sözlüğü’nü literatürümüze kazandırmıştı.
Hulki Aktunç, okurundan çaba bekleyen bir yazardır. Bir Çağ Yangını (1981) ve Son İki Eylül (1987) romanlarında da kimi parçaları özellikle eksik bırakarak okurundan yaratıcı bir anlamlandırmayla metnin bütünsel anlamına ulaşmasını beklediğini dile getirmiştir. Böcükname‘de de bir çeşit mozaik tekniğine başvurduğunu görüyoruz. Böcükname bilinçaltının parçalanmış zaman algılamalarını esas alıyor. Roman, Orhan Kevnoğlu’nun Böcükname adlı roman tomarını bir yayınevine bırakıp ortadan kaybolmasıyla başlıyor. Yayınevinin editörüne göre bu metin bir edebiyat hazinesidir, ancak bu hazinenin yazarını bulmak o kadar kolay olmayacaktır. İlkten hikâyesiyle özgün/deneysel bir roman olduğunu hissettiren Böcükname Hulki Aktunç’un yazın serüvenin temel öğelerini ve tekniğini barındırıyor. İmgeler, izlenimler, yaşanmışlıklar, geçmişten geleceğe uzanan dil estetiği içinde dönüşüyor ve sanatsal anlamlar yükleniyor.
Editörlüğünü Semra Aktunç ile birlikte yaptığım Böcükname‘nin edebiyatımızda yeni bir uç olduğunu söylemek abartı olmaz. İnsan âlemiyle böcek âlemi arasındaki yakın ilişkiyi mercek altına alan ve kuşkusuz bir edebi eserin önemli özelliklerinden olup ona ruh veren, hikâyesinin geçtiği mekânların, âlemlerin ve dünyanın kültürel kodlarını en verimli şekilde kullanan Böcükname besbelli ki hacimli bir roman olarak tasarlanmış ancak yazarın ömrü buna vefa etmemiştir. Romanda geçen böcek isimlerinin her birinin ayrı bir anlatıcı olduğu, her böceğin ayrı bir mecliste insanoğluyla girdikleri ilişkilerini, gözlemlerini, görüp yaşadıklarını anlattığı romanın bu yönüyle eksik kaldığı açıktır. Ancak Hulki Aktunç her eserinde olduğu gibi kolaycılığa kaçarak düz anlamlı bir metin sunmuyor okuruna. Tersine çağın karmaşık ve dağınık algı dünyasına uygun, parçalı, çok anlamlı, katmanlı, alegorik ve elbette geçmişin ipine tutturulmuş zengin diliyle derinliğin uç noktalarında geziniyor. Bu bakımdan, yüz sayfalık bu romanda büyük bir âlemin derinliklerine dalınca, o derinliklerde insanoğlunun gizli kalmış benliklerine tanıklık ediyoruz.
Böcükname‘nin özenli, titiz ve besbelli ki uzun bir çalışmayı kapsadığını romanı okumaya başlar başlamaz anlayabiliyoruz. Güncel olaylara başarılı eski göndermeler yapan Aktunç, eskinin ve günün yaşayan şiirsel dilini kullanarak sıklıkla güldürü (kara mizah mı?) öğeleriyle de okurunu keyifli bir okuma serüvenine davet ediyor. Bu serüvende eski, unutulmuş ya da az bilinen sözcüklerin metin içindeki dönüştürücü etkisi de göz ardı edilemez. Yazarın dildeki ustalığı ve çarpıcı üslubunun her satırda hissedildiği Böcükname‘de, içinde birkaç kuşağın yaşayıp geçtiği, anılarını ve izlerini bıraktığı olaylar çarpıcı şekilde anlatılır. Mardik Paşa ve Böcükname bunların başında geliyor. Korku ve merak da at başı gidiyor. Böceklerden korkan Zekeriya Kevnoğlu’nun anıları Mardik Paşa’nın yazıhanesinde can buluyor.
Böcükname, böceklerin dilini çözmek için irili ufaklı, konik, hunimsi almaçlar icat ederek sonunda bilimsel bir böcek-dinler’e ulaşarak, böceklerin dilini çözmeye çalışan Kevnizade Zekeriya Bey, oğlu Mücahit Kevnoğlu, Mücella Kevnoğlu ve Orhan Kevnoğlu olmak üzere aslında üç kuşağın izlerini taşır. Romanın kendi gerçekliğine bir girdap gibi kapılıp giderken o büyülü, bir bakıma bilimkurgu öğeleri taşıyan gerçekliğin içinde kendini kolayca ele vermeyen bir gizem vardır. Bu, birkaç kuşağın hayatı anlamlandırma ya da kendi bedenini tanıma çabasıdır. Çünkü Böcükname bir bakıma da romanın ilk bölümün alt başlığında belirtildiği gibi bir erotizm klasiğidir. Ancak erotik sahneler insanlar tarafından değil böcekler tarafından dillendirilir. İnsanların yaşadıklarına tanıklık eden birçok böcek vardır. Böceklerin tarihi ve coğrafyalarıyla ilgili musavver malumattır bölümüyle başlayan böceklerin envai dilleridir… balığıyla devam eden bu bölüm kitabın erotik merkezidir ki okuru kendi dünyasıyla da yüzleştirebilecek denli çarpıcı sahnelerle doludur.
Bir okur olarak yazarın bilinçle oluşturduğu mozaiği tamamlamaya çalışmak elbette kolay değildir, ama eksik bırakılan, gizlenen metin içi öğeler, zihnimizin sayfalarında bir araya gelmeye başlayınca yazarın yaratıcı serüvenine katılırız. Böcükname bu serüvenin taşlarını döşeyip geçmişten geleceğe başlı başına birkaç kuşağın tarihini evrensel bir temaya dönüştürür. Yazarın kişisel serüvenleri de romana eşlik eder. Romanın sonunda Us’tan folyo ya da kusmak (Bir Günlük Cenini) ve Dünya, yalnızca dört yönü olan bir ıssızlık değildir bölümlerinde yazar, bildik tanıdık mekânlardan, kişilerden söz eder. Kişiler arasında yazın dünyasının yakından tanıdığı isimler de vardır. Bunlar adeta yaşam öykülerinin, edebi değerlerin, yaşam biçiminin ya da buna benzer karşılaştırmalardır.
“Tomris Uyar, elden ayaktan düşmüş Mme de Stael’i yüz küsur yıl arayıp burada buldu; desek inanmazsınız… Ama öyle.”
Notre Dame’ın Quasimodo’sunun anlaşılmaz dilini bizim Necati Tosuner hepimizden önce çözmedi mi?”
“Sema Kaygusuz ile Bay K. arasında neler dönmektedir?”
Daha pek çok isim burada kurgu içinde anılıyor: Kaptan Ahab ile Cevat Şakir; Behçet Hoca (Behçet Necatigil olmalı) Egemen Bey (Egemen Berköz olmalı); Sabahattin (Eyüboğlu olmalı) ile Montaigne; Goriot Baba ile Çalıkuşu Feride; Leyla Erbil ile Catherine Mansfield ve diğer romanın kahramanları, görevli Işık Bey gibi. Bu isimler aslında romanın edebi bir çevrenin çeperlerini aşarak yine oraya döndüğünün de kanıtı gibi duruyor.
“Edebiyat gönüllerin tatlı dedikodusudur işte.
Edebiyat, gönüllerin dedikodusu.
Ama, derindir.
Sonu yoktur ve olmasın ve olmayacaktır”
Böyle diyor anlatıcımız, Orhan Kevnoğlu’na bir daha seslenmeden önce.
Yazarının geleneksel teşhiş (kişileştirme) ve intak (insan olmayan varlıkları konuşur kılma) sanatlarından yeni bir yaklaşımla yararlandığı ve sayfaları açıldıkça okuru hayrete düşürecek hikâyeleri açığa vuran Böcükname‘yi mutlaka okuyun.
Yazımı romanın sonunda yer alan şiirin bir kıtasıyla noktalayacağım:
yollarda sapaklarda yanlış olan kimdi
gökyüzüne küsen yıldız kim
aşklardan bir harf düşüren kızlar
tanrısına tanrı kurban eden oğlan
esrikler yolunu kesen dolunay
deftere leke duran mürekkep kim
yol ki yanlış değildi
yoldaşlardı yanlış olan